Tarihçi yazar Ugo Bardi, Roma’nın yıkılışını net enerji prensipleriyle açıklamaya çalışıyor(1). İddiasını kanıtlarken Joseph Tainter’a(2,3) atıfta bulunuyor. İddianın özü kişi başına düşen kullanıma hazır enerji miktarındaki azalma ile ilgili.
Çünkü toplumumuzun karmaşıklığını, üretim araçlarının çeşitliliği ve üretkenliğini var eden, sanayi ve şehir olgularını ayakta tutan şey enerji. İnsanlar fotosentez yapamadığına göre bu enerji “dışarıdan” bir yerden gelmek zorunda. Bu kaynak, uzun süre fotosentez yapmış canlıların depoladığı enerjinin yoğunlaşmış hali olan fosil yakıtlar. Kullanıma sunulan paranın nüfusa oranı refahı belirlediği gibi, kullanıma sunulan enerjinin nüfusa oranı da paranın iş yapabilme gücünü, yani bütün doğal kaynakları işleme ve değer üretebilme gücünü belirliyor.
Bu kavram Olduvai Teorisi’nde işleniyor(4). Teoriye göre yıllık enerji kullanım miktarının dünya nüfusuna oranı, sanayi medeniyetinin sağlam, test edilebilir bir profilini çıkarıyor. Bunun nedeni Sanayi medeniyetini besleyen enerji esasen toprağı kazarak çıkardığımız madenlerden geldiğine göre, petrol-kömür-doğalgaz üçlüsünün çıkarılma ve tüketilme grafikleri, karmaşık modern ekonomimizin ve toplum düzeninin ömrünü tahmin etmemizi sağlayabilir. Bilimsel ve doğruluğu kesin olan verileri kullanarak ciddi ama bir o kadar da basit bir analiz sonucunda bu sürenin 100-150 yıl olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bu da bize 21.yy ortalarına doğru karasaban, kerpiç ev, odun sobası medeniyetine kesin dönüş yapacağımızı gösteriyor. Azalan net enerji, medeniyeti ayakta tutan sanayi, ticaret ve tarım faaliyetlerinin aksamasına, dolayısıyla toplumları ve devletleri bir arada tutan dokunun zarar görmesine neden olur. Hepimizin bildiği gibi toplum içi ilişkiler yeterince bozulduğunda iç savaş, diplomasi bozulduğunda da savaş çıkar. Bu noktada sorulması gereken soru, üç asır öncesinin ilkel medeniyetine barışçıl yoldan mı, savaşarak mı döneceğimizdir. Aşağıdaki grafikte kişi başına enerji kullanımı oranının zirveyi çoktan geride bıraktığı açık olarak gözlenebiliyor.
İşin bir de net enerji boyutu var ki, önceki yazılarımda bahsetmiştim(5). Her türlü maden çıkarma faaliyetinin verimliliği azalmakta. Petrolden elde edilen net enerjinin grafiği de aşağıdakine benzeyecektir.
Birincil enerji kaynağı olan petrolün üretimi ile dünya nüfusunu oranlamak hepimizin yapabileceği bir iş. Petrol doruğunu(peak oil) 2005-2008 döneminde geride bıraktık(6~13). Nüfusumuz ise hala artmaya devam ediyor. Doruğu geçtik geçmesine de, neden bunu hissetmedik? Hem gelişmemiş, hem de gelişmiş milletler, bir kaç küçük istisna dışında, nasıl oldu da 2008’e kadar refahını artırmaya devam etti? Sonuçta refah seviyesi enerji kullanımıyla doğru orantılı değil mi? Bu soruların muhtemel yanıtı, yani ortalama refahın doruk noktasının 1979’tan 2008’e ötelenmesinin kanımca iki nedeni olabilir:
1. Dünyanın petrol üretim grafiği asimetriktir. Zirve noktası önemli miktarda sağa kaymıştır.
2. Teknolojideki ilerlemeler paralelinde enerjinin tüketimindeki verim artışları sonucu refah zirvesi ötelenmiştir.
Birinci olasılık kuvvetle muhtemel olmakla birlikte, öteleme etkisi her ikisinin bileşiminden kaynaklanıyor olabilir. Birinci olasılığın işaretleri bellidir. Petrol doruğu dünya için kesinlikle “yolun yarısı” anlamına gelmeyecek. Fosil yakıt medeniyetinin sonuna bizim kuşağımız şahit olacak.
Buraya kadarı işin enerji ve dolayısıyla refah yönü. Olduvai gerçeğinin iki yansıması daha var. Ekolojik ve ekonomik yansımalar. Bu sacayağı daha önceki yazılarımda işlemiştim. Ekonomik ve ekolojik çöküntünün bir de politik yansıması olacak. Şimdi sırayla bunları inceleyelim…
Ekolojik yansıma: İklim değişikliği
Yoğun fosil yakıt kullanımı, daha fazla yakıtı yeryüzünde üretmek(biyoyakıt) amaçlı ya da sadece taşıma kapasitesini geçen nüfusun ihtiyaçlarını geçici olarak doyurmak için yapılan orman katliamları nedeniyle atmosferin ısısını yükselttik. Yükselen ısı zincirleme reaksiyon başlattı ve hemen bugün mağaralara geri dönsek bile troposfer ısınmaya devam edecek. Bu gerçekle baş etmenin rasyonel bir yoluymuş gibi gösterilen ve 2012’de sonlanacak olan Kyoto protokolünün temeli zengin ülkelerin tüketme hakkını fakir ülkelerden satın almasından başka bir şey değildi. Protokol imzalandığında zaten meydana gelmiş olan küresel ısınma ise yok sayılıyor. Yani 2005’e kadar atı alan Üsküdar’ı geçmiş sayılıyor. Bu çarpık, irrasyonel mantık devam etmekte. Aralık’taki Kopenhag BM zirvesinde bu sürece yeni bir şekil verilmeye çalışılacak. Plan tutarsa her ülkeye bir petrol kotası tayin edilecek. Bu kota her yıl azalmaya devam edecek. Bu plan dünya kamuoyuna geri kalmış ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizliğin giderileceği şekline yansıtılıyor ki, büyük yalan. Washington’dan yönetilen hükümet sağ olsun, Kyoto’ya son anda imza koyan Türkiye’nin bu plandan zarar göreceği kesin. Zararın büyüklüğünü kestirebilmek zor, böyle bir çalışma yapılmış da değil. Çok bilir akademisyenlerimiz Kyoto’nun iyi bir şey olduğunu zannettiklerindendir herhalde. Neden zarar göreceğimizi açıklayayım.
Türkiye enerji kaynaklarına son derece duyarlı bir ülke. Yani ekonomisi kırılgan. Ekonominin kırılganlığının ölçüsü enerji yoğunluğu(toe/GSMH) kavramı(14). Bu, tüketilen enerjinin(toe: ton petrol eşdeğeri) ekonominin toplam üretimine(USD ya da TL) oranıdır. Yani bir birim mal veya hizmet üretmek için sisteme girmesi gereken enerji. Aşağıdaki grafikte Türkiye’nin solda ve aşağıda, Mısır, Meksika, Brezilya gibi petrol üreticisi ülkelerle yan yana, verimsiz bir bölgede olduğunu görüyoruz.
Bu ülkelere göre ciddi bir sıkıntımız var, petrolün tamamını ithal ediyoruz. Dünyanın en çok petrol ve doğalgaz ithal eden 9. ülkesiyiz(15,16). Çok enerji tüketiyor, az değer üretiyoruz. Dünyaca tanınan verimsiz bir sanayimiz var. Sadece sanayi verimsiz değil, tüketimimiz de sağlanan faydaya göre çok yüksek. Ankara’daki bir konut ısınmada Berlin’deki eşdeğer bir konutun 4.5 katı enerji harcıyor(17). Ekonomiye giren enerjinin Kopenhag uyarınca her yıl belli bir oranda düştüğünü düşünün.
Kyoto-Kopenhag planına imza koymak yolda bulduğunuz senedi gidip ödemekten farklı değildir. Tek fark; senedi bulan başbakandır, ödenen para ise bizimdir! Küresel ısınmayla mücadele etmenin tek yolu kendimize zincir vurmak mıdır? Doğa ve iklim için faydalı adımlar atmak için birinin boynumuza ilmeği geçirmesi mi gerekiyor? Aynı hükümetin orman yakmayı meşrulaştırmasına, son kalan bakir ormanlarımızı madencilere peşkeş çekmesine ne diyorsunuz? Çok “Kyoto” değil mi? ABD’nin neden sürece dahil olmadığını hiç düşünmediniz mi, sayın “çevreci”ler? Irak petrollerini kendine bağlamışken Kyoto’yu imzalaması mümkün mü? Demokratikleşebilmek için AB’ye üye olmamız gerekmediği gibi, CO2 salımını azaltmak ya da iyi bir şeyler yapmak için hiç bir anlaşmaya ortak olmamız gerekmiyor. Merak etmeyin, Suudi Arabistan’ın, İran’ın petrol rezervlerini ikiyle çarpma yalanı ortaya çıksın hele… Gıda fiyatları katlansın, market rafları boşalsın, benzin, doğalgaz karneyle dağıtılmaya başlansın hele…
Ekonomik ve politik yansıma: Sermaye devlete el koyuyor
Para el değiştiren mal ve hizmetleri ölçüyor. İstisnasız bütün mal ve hizmet üretimi sonlu doğal kaynak kullanıyor. Ulusal egemenlik haklarının çiğnenip geçildiği “küresel” dünyada para ve bankacılık sistemi, hem kişiler, hem devletler ölçeğinde borç stokunu termodinamik gerçeklere bağlı kalmaksızın artırma kapasitesine sahip. Ancak sonsuz doğal kaynakların olduğu bir evrende çalışması mümkün olan faiz sistemi her gün yeni bir fiziksel sınıra vurduğumuz bu zamanda ne getirecek? Borçlular, bir sabah işe gidecek ve borcu geri ödemeye yetecek ekonomik faaliyetleri gerçekleştirmek için gereken doğal kaynağın olmadığını görecek, iflasını ilan edecek. Bolluk zamanlarını borcunu katlamakla geçirmiş olan “zeki” insanlar kıtlık zamanlarında ne yapacak? Bugünün dünyasında bir kişi gösteremezsiniz ki, para kazanmak, iş yapmak için fosil yakıt ve onun yan ürünlerini kullanmasın. Borçlunun borcunu ödemek için kullanacağı doğal kaynaklar azaldıkça, ekonomik üretimin hızı, dolayısıyla borcu ödeme hızı düşecek. İflas ve hacizler her yeri, herkesi kapsadığı zaman alacaklı borcunu nasıl tahsil edecek? Düşünün, herkesin tarlasına el kondu, bankanın tarlaları satacağı kimse kalmadı. Bankanın borçluyu tarlada çalıştırarak borcunu emek üzerinden tahsil etmekten başka çıkış yolu yoktur. Belli bir noktadan sonra borcu ödemeye insan ömrü yetmeyeceği için sonraki nesillere aktarılacaktır(İmkan 1). Devletler ölçeğinde ise alacaklının devlete el koyma şansı en azından kağıt üzerinde olmadığı için devletin duran varlıklarına el konacaktır(18,19). Birincisi, duran varlıklar da doğal kaynaklar gibi sonlu olduğu için, ikincisi enerji yokluğu nedeniyle bunların ekonomik üretime katkı sağlama kapasitesi olmadığı için yeterli gelmeyecektir. Peki devletlerin duran varlıklarından başka verecek neyi var? Bildiniz, vatandaşı(İmkan 2). Şimdi bu birinci ve ikinci imkanların kullanılabilmesi demokratik hukuk devletlerinde mümkün olmadığına göre gidilecek yol bellidir. Anayasayı değiştirmek, demokrasiyi, insan ve vatandaşlık haklarını sonsuza kadar ortadan kaldırmak. Hoş geldin faşizm, hoş geldin dikta…
Para sisteminin fiziksel gerçeklerden kopmasını son üç asırda, özellikle de 20.yy’da yapılan bankacılık devrimleri hızlandırdı(19). Bilgisayar şebekelerinin kurulmasından sonra ise para artık silikon çiplerde, kendi ekosisteminde yaşayan sanal bir varlık haline geldi. Bu durum gümrük duvarlarının kalkmasıyla iyice pekişti. Küreselleşme adı ile satılan ulusal egemenliklerin yok edilmesi, ulusların kendine yeter olmaktan çıkarılması projesi uluslara kölelikte birliktelikten başka bir şey sağlamadı. Ekonomiler birbirine göbekten bağlı. ABD’de konut balonu patlıyor, Türkiye, piyasalarına şırınga edilen 18 milyar dolarla çökmekten kurtuluyor(21,22). Artan borç yani artan para arzına karşılık giderek azalan enerji rezervleri kapitalizmin kendisinin koca bir balon olduğunu gösteriyor. Son balon yavaş yavaş söndüğünde -ya da patladığında, ya da krizlerden oluşan bir merdivenin basamaklarını inmeye başladığında- insanların hayatını sürdürmesini sağlayan sanayi, ticaret ve tarım faaliyetleri sekteye uğrayacak, uç örneklerde tamamen duracak. Örnek vermek gerekirse market rafları boşalacak, enerjisiz, yakıtsız şehirlerde barınmak imkansız hale gelecek. Benzini biten ekonomi krizden krize koşarken, kitlelerin birikimi ve mülkü artan oranlarda zenginlerin cebine aktarılırken, doğal kaynak ve para yokluğu nedeniyle kamu kurumları görevini yapamaz hale gelmişken polis, hukuk, mahkeme kalır mı meydanda? Hoş geldin sıkıyönetim, hoş geldin orman kanunu…
Gidiş nereye?
Zaman geçtikçe görülüyor ki, bu değişimlerin gerçekleşeceği zaman dilimi hiç de uzun olmayacak. Her gün ortaya çıkan bilgi ve bulgular, yapılmış en kötümser tahminlerin elimizdeki en gerçekçi tahminler olduğunu gösteriyor.
Devlet yönetimi demokratik anayasal düzenden faşist diktaya, kalıcı sıkıyönetime, istibdada doğru kayıyor. Şehirler en sürdürülemez, en verimsiz yerleşim birimleri. Kullanılabilir enerji azaldıkça yüksek enerji girdisine muhtaç şehir hayatı katlanılmaz hale gelecek. Sanayi küçüldükçe, iş yerleri kapandıkça şehir nüfusuna olan ihtiyaç ortadan kalkacak, şehirli ama işsiz, parasız yığınlar oluşacak. Şu kadarını söyleyeyim, parasız yığınlar sermayenin en sevmediği şeydir. Safra gözüyle bakılan bu insanların sermaye için bir tehdit oluşturmaması için sürekli baskılanması gerekir. Bu da bugünlerde adım adım polis devletine gidiyor oluşumuzun nedenidir. Çare köye dönmek ve kapitalizmin, para sisteminin nimetlerine ihtiyaç duymayan, kendine yeten bir hayat kurmaktır. Geldiğimiz bu noktada en büyük şanssızlığımız ise şudur: Köyden şehre göç etmek ve şehirliliği öğrenmek kolaydır. Emeğinizi satar, kazandığınız parayla ihtiyaçlarınızı satın alarak hayatınızı sürdürürsünüz. Şehirlilik zaten budur. Ancak bunun tersi şehirden köye göç daha zordur. Köylülüğü öğrenemezsiniz. Köy hayatı yaşayarak öğrenilen bir şey ve köy nüfusunun toplam nüfusumuza oranı hala düşüyor. Aptallığımız ortada: Fosil yakıt ipiyle bir çukura indik ve şimdi bu çukurdan çıkmamızı sağlayacak ipten yoksunuz. Zaman aleyhimize işlerken olumlu yönde adım atmak, hiç olmazsa köyü kurtarmak şöyle dursun, daha da baltalıyor, kendine yeten hayat tarzını, yani tarım ve hayvancılığı geri dönüşü olmayacak şekilde yok ediyoruz. Kendine yeten kültürü dahi petrole, makinaya, modernliğe boğarak enerji bağımlısı hale getiriyoruz. Mutlu son aptallıkta ısrar edenlerin olmayacak, bunu biliyoruz.
Adım adım faşizm ve toplu imha
I) Elektronik kimlik kartları
T.C. 2010’da elektronik kimlik kartlarına geçecek(23). Kimlikte bir çipin olması, kişinin kendi kimliğinin üzerinde okuyamadığı bilgilerin olması demek. Her bahaneyle bu kimlik kartları okuyuculardan geçirilecek. Mali durumunuza varıncaya kadar bugüne kadar kısmen mahrem sayılan bilgileriniz devlet, banka, işveren tarafından okunup değerlendirilecek. Deri altı çipe geçiş durumunda gerçekten işler zıvanadan çıkacak, çünkü bilgilerinizi almak isteyen birinin size yaklaşması dahi yeterli olacak. Fişlendiğimizden haberimiz bile olmayacak.
II) Genetiği değiştirilmiş gıda
20.yy sonlarına kadar kendine yeten, yani bütün dış ticareti dursa bile halkı aç kalmayacak olan bir kaç ülkeden biri olan Türkiye, yabancı başkentlerden yönetilen hükümetler tarafından tarıma kasıtlı zarar vermeyi amaçlayan hamlelere maruz kaldı. Gümrük Birliği, Tohumculuk Yasası, yabancılara mülk verilmesi, gayri resmi olarak GDO’ya izin verilmesi gibi şiddeti gittikçe artan darbeler ülke çiftçisini üretemez hale getiriyor. Her fırsatta kredi kullandırılması, borcunu ödeyemeyen çiftçinin toprağına el konması, çok uluslu ve art niyetli şirketlerin etkinliğini artırması, yer altı ve yer üstü suların özelleştirme kapsamına alınması bizi tarlasını sulayamayan, yiyeceğini üretemeyen bir köle-ulus olmaya doğru götürüyor. GDO’ların sinsice, zorla midelerimize tıkılması ile hasta; tohumların çapraz tozlaşma ile ülke sathına yayılması ile tarım yapamayan bir ulus haline geleceğiz. Bu gidiş hemen durdurulmazsa tıpkı Soylent Green filmindeki gibi şehre tıkılmış, çiftçilik yapamayan, her gün karneyle bir avuç yiyecek dağıtılan insan yığınlarına döneceğiz. Hayatta kalmak isteyen herkes yiyecek istihkakını hak etmek için şirketlere “gönüllü” kölelik edecek.
III) Tasarlanmış salgınlar, hastalıktan beter tedaviler
H1N1(domuz gribi) ve H5N1(kuş gribi)’in laboratuardan yayıldığı ile ilgili ipuçları var(24~26, 34). Aşıların yüksek miktarda civa ve formaldehit içerdiği, sayısız hastalığa yol açtığı biliniyor(27~29). Bazı ülkelerde mecburi aşılamaların yapılması, bize yakın gelecekte hükümetlerin alacağı tutum hakkında bir ipucu vermeli(30~33). Bugün yurtdışına çıkarken anayasaya ve hasta haklarına aykırı olarak zorunlu tutulan ne idüğü belirsiz bu aşıların yarın sırasıyla tüm öğrencilere, tüm kamu görevlilerine ve nihayet tüm halka hapis ve silah zoruyla uygulanmayacağını kim garanti edebilir? Anayasa ve özgürlüklerin ortadan kaldırılması demek olan karantina olasılığına değinmiyorum bile.
IV) Halkları köleleştiren bir borç girdabı
Küreselleşme adıyla yutturulan, ABD’nin “büyük balık küçük balığı yutar” düzeninin tüm dünyaya uygulanması projesi son aşamasına gelmek üzere. Tarihin en derin ekonomik bunalımının nedenleri ortada iken, ulusal ve küresel para ve bankacılık sistemlerinin çökmeye mecbur olduğu insanlardan gizleniyor. Çarpık düzen IMF, DB, DTÖ, AB, BIS gibi organlar aracılığıyla tüm dünyaya yayılarak borç batağının içine çekilmemiş hiç bir halk kalmamasına çalışılıyor. Ekonomik büyüme küçülmeye dönüştüğünde, ekonomiyi besleyecek fosil yakıtlar kıtlaştığında kamu borçlarının nasıl ödeneceği hakkında en küçük bir fikir yok. Her şeyin farkında olan alacaklıların boş durmadığını, borç tahsili için bizim duymamamız gereken planları olduğuna emin olabilirsiniz.
V) Bütün bu olan bitene uyanmaya başlayan insanların direncini bastırmak
Mobese’lenmemiş şehrin, kasabanın, dinlenmeyen telefonun, sansürlenmeyen internet iletişiminin, gazetenin, kitabın olmadığı bir geleceğe doğru koşar adım ilerliyoruz. Deri altı çipler, uydudan izlenen otomobiller, kameralı telefonlar ile attığımız her adım türlü bahanelerle kontrol edilirken, daha da kötüsü cahil çoğunluk bunların insanların iyiliği için olduğunu zannederken bir direniş örgütlemek, yasal bile olsa hak arama faaliyetlerine girişmek ne kadar mümkün? Ordunun attığı adımlar yetkisiz insanlar tarafından yasadışı olarak izlenirken, terörist saldırılar ordudan önce şirketler tarafından öğrenilirken bu ordunun olası bir savaş durumunda yurdu savunması ne kadar mümkün? Cevabı Cumhurbaşkanı’ndan alalım: “Ülkenin içini kemiren sorunların çözülmemesi halinde, kaçınılmaz olarak başka devletlerin müdahalesine açık alanlar ortaya çıkar…”
Polisin yetkileri sürekli artırılıyor. İleride 1984 romanındaki Doğruluk Bakanlığı’na dönüşecek olan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kuruluyor. Yüksek mahkemelere “çeki düzen” veriliyor. Anayasa tüm bunları kalıcılaştırmak, meşrulaştırmak için baştan yazılacak. Direnme bir yana, otoriteyi eleştirme hakkı da tarih kitaplarındaki yerini alacak.
“Gelecekten bir görüntü isterseniz, bir insanın yüzüne basan bir postal hayal edebilirsiniz… sonsuza kadar.” George Orwell, 1984
1 http://europe.theoildrum.com/node/5528
2 http://www.amazon.com/Collapse-Complex-Societies-Studies-Archaeology/dp/052138673X
3 http://globaldisaster.blogspot.com/2008/07/ada-uygarlk-yklmann-eiinde-mi.html
4 http://www.dieoff.org/page125.htm
5 https://cokus.wordpress.com/2009/05/27/kesisen-yollar-ekonomi-ekoloji-enerji/
6 http://www.ntvmsnbc.com/id/24988509/
7 http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=127524&HTP_KOD=4
8 http://www.countercurrents.org/klare120609.htm
9 http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=10666885&yazarid=20
10 http://www.theoildrum.com/node/5559
11 http://www.guardian.co.uk/commentisfree/cif-green/2009/nov/10/peak-oil-fear-economic-establishment
12 http://www.haberx.com/Dunya-Haberleri/Agustos-2009/UEA-BAS-EKONOMISTI-FATIH-BIROLDAN-KARAMSAR-TABLO-ENERJI-FELAKETINE-DOGRU-ILERLIYORUZ.aspx
13 http://www.chrismartenson.com/blog/its-really-bad-oil-reserves-intentionally-overstated/31155
14 http://en.wikipedia.org/wiki/Energy_intensity
15 http://www.nationmaster.com/graph/ene_nat_gas_imp-energy-natural-gas-imports
16 http://www.nationmaster.com/graph/ene_oil_imp_net-energy-oil-imports-net
17 http://www.erengezgin.net/yazilar/03_enerji_ve_ekoloji/03_kitap_ozeti_enerji_yasamin_cekirdegi.doc
18 http://tr.wikipedia.org/wiki/D%C3%BCyun-u_Umumiye
19 http://www.ft.com/cms/s/0/6667a18a-b888-11dc-893b-0000779fd2ac.html?nclick_check=1
20 https://cokus.wordpress.com/2009/08/17/para/
21 http://www.habervitrini.com/turkiyeye_18_milyar_dolar_kaynagi_belirsiz_para_girdi-412856.html
22 http://haber.sol.org.tr/ekonomi/doviz-girislerinin-siyasal-boyutuna-dikkat-haberi-20317
23 http://www.milliyet.com.tr/2007/07/05/guncel/gun05.html
24 http://blogs.wsj.com/health/2009/09/17/more-deadly-swine-flu-cdc-mixes-h1n1-h5n1-viruses-in-tests/
25 http://www.lewrockwell.com/sardi/sardi122.html
26 http://www.currentconcerns.ch/index.php?id=843
27 http://www.prlog.org/10364103-fear-and-loathing-in-swine-flu-land-top-10-facts-about-the-swine-flu-vaccine.html
28 http://vactruth.com/2009/10/02/fda-approved-h1n1-vaccines-contain-ingredients-known-to-cause-cancer-and-death/
29 http://yellowstaressentials.wordpress.com/2009/10/29/ingredients-in-the-swine-flu-h1n1-vaccine-resources-risks-and-dangers/
30 http://www.vancouverite.com/2009/09/02/mandatory-swine-flu-vaccination-for-u-s-military/
31 http://www.turkiyepost.com/haberd.aspx?id=1587
32 http://tvnz.co.nz/health-news/greece-vaccinate-population-swine-flu-2881876
33 http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=15003
34 http://www.google.com/search?q=baxter+%22joseph+moshe%22&hl=en&tbo=1&site=mbd&tbs=cdr%3A1%2Ccd_min%3A08%2F01%2F2009%2Ccd_max%3A10%2F01%2F2009
Güncelleme(09.01.2010)
Tanınmış fizik Profesörü Albert Bartlett’ın aşırı nüfus ile özgürlüklerin yitirilmesi arasında korelasyon kurduğu bir makale, “Democracy Cannot Survive Overpopulation”, http://www.albartlett.org/articles/ee_democracy_survive_overpopulation.pdf adresinden indirilebilir. Gündelik, basit bir İngilizce ile yazılmıştır.
uzun zamandan beri bir yığın çöplükte dolaştıktan sonra rastladığım ve okumaktan haz aldığım ciddi bir makale. Minnettarım ve teşekkür ederim
teşekkürler. yazılarınızı büyük bir açlıkla okuyorum…
Yazılarınızı paylaşmamda umarım bir sakınca yoktur.
Saygılarımla…