“Her mesele kabul edilene kadar üç aşamadan geçer: İlkinde alay edilir. İkincisinde muhalefet edilir. Üçüncüsünde doğal sayılır.”
– Arthur Schopenhauer
Ekonomi, sandığımız gibi anlaması zor bir mekanizma değildir. Yanılgıya düştüğümüz nokta, ekonomiyi ekonomistlere bırakmak gerektiğidir. Hakim yönetim anlayışı, eğitim sistemi, basın, devlet, hatta ekonomi kitapları bile bize bunu söyler. Ama bu çok büyük bir yalandır. Temelleri kavradıktan sonra hepimiz ekonomiyi ilgilendiren konularda fikir sahibi olabiliriz.
Belki bir kaç kitap okuyarak edineceğiniz bilgiyi size bu kısacık yazıda vermeye çalışacağım. Yani okuyacağınız yazı özetin özetidir. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyeni elbette kütüphaneler kollarını açmış bekliyor, ancak İngilizce biliyorsanız yazının sonunda verdiğim linkleri karıştırarak işe başlayabilirsiniz. Bu konuda asla aklımızdan çıkarmamanız gereken şudur: Dünyanın tamamını ilgilendiren konularda herkesin bilgi sahibi olması istenmez. Bu, güç sahiplerinin işine gelmez. Bu yüzden birçok bilgi kaynağında bilgiler eksik ya da taraflı olarak verilmiştir.
Bu makale birbirinden ayrı gibi görünen disiplinleri çakıştırarak günümüzdeki gidişatı toptan kavramanıza yardım etmek amaçlıdır. Ekonomi, ekoloji ve enerji konuları birbirine paraleldir. Bu konuların(esasen kriz potansiyellerinin) kesiştiği noktayı(toptan çöküşü) anladığınızda, belki de bu hayatınız boyunca duyduğunuz en önemli, en sarsıcı haber olacak. Sizden “ezbere” bildiğiniz bazı gerçekleri, denklemleri geçici olarak unutmanızı, önyargı ve inançlarınızdan kurtulmanızı rica ediyorum.
I
Büyük değişimler
Geleceğin geçmişe ya da bugüne benzemeyeceğini kabul etmemiz gerekiyor. İnsanız, doğamız gereği böyle bir bilgiye direniyoruz ve kabul etmeme eğiliminde oluyoruz. Çünkü bilgi ve tecrübe dediğimiz şeyler yakın geçmişte yaşadıklarımızdan ve gördüklerimizden ibaret. Zayıflığımız da bundan kaynaklanıyor. İlk defa yaşayacağımız olaylara tamamen hazırlıksızız. Köklü değişimler olacağını bilmemiz bu değişimlere ayak uydurmak için zorunludur.
Yazının başında ekonomi, ekoloji ve enerji dedim. Ekonomiden başlayalım. Ekonomiye bugünlerde ne olduğunu merak ediyoruz. Emin olmamız gereken, sistemin sürdürülebilir olmadığıdır. Nihayetinde geçen yıl kredi balonu sürdürülemedi ve patladı, “1930 bunalımından daha büyük” bir bunalımın başındayız. Ekonomide köklü değişimler kapıda.
Enerjiye gelince, peak oil’in bugünlerde gerçekleşiyor olması kuvvetle muhtemel. Bundan sonrası sürekli iniş. Yani her geçen gün dünyanın toplam enerji tüketimi azalmak zorunda. Bunun ne anlama geldiğini daha sonra açacağım.
İklim değişikliği, küresel gıda krizi, yaygınlaşan kirlilik felaketleri gibi sorunlar üst üste eklenerek büyük bir ekoloji krizine dönüşüyor. 20yy medeniyetinin ekosistemi resmen tüketerek işleyebildiğini hatırlatmama gerek yok sanırım. Kredinin, toplam enerjinin ve doğal kaynakların hep birlikte azalmaya başladığı bir ortamdan söz ediyorum. Böyle bir ortam tarihin hiç bir döneminde bu şiddette ve bu ölçekte(bütün dünya nüfusunu kapsayacak şekilde) yaşanmadı. Dolayısıyla rahatlıkla söyleyebiliriz ki, gelecek geçmişe hiç ama hiç benzemeyecek. Bu konuların herhangi birine ilgi duyuyorsanız sizi uyarmak zorundayım: Bu üç konuyu birbirinden bağımsız olarak düşünüp değerlendirmek sizi daima yanlış sonuçlara ulaştırır.
II
Üstel fonksiyon nedir?
Bildiğimizi sandığımız ama aslında anlamadığımız kavramlardan en önemlisi üstel fonksiyonudur. Bilinen bir hikaye üzerinden anlatayım:
Hint Mihracesi satranç oyununu bulan sadrazamını ödüllendirmek ister. Akıllı sadrazam ‘Majesteleri, bu satranç tahtasının ilk karesine l, ikincisine 2, üçüncüsüne 4, dördüncüsüne 8 tane buğday koysalar ve her bir kareye bir öncekinin iki katı buğday koyarak 64 kareyi doldursalar yeter’ der. Bu aslında bir üstel fonksiyondur. Her adıma artış oranı %100’dür. Mucize denebilecek türden bir oyunu ilk bulan kişiye yaptığı eli açık bağışın hazinesine pek pahalıya gelmeyeceğini düşünerek sevinen mihrace, sadrazamına, ‘isteğin şüphesiz yerine getirilecek. Ancak çok küçük bir istekte bulunuyorsun sadık vezirim,’ der. Ve huzura bir çuval buğday getirilmesini buyurur. Birinci kareye 1, ikinciye 2, üçüncüye 4, dördüncüye 8 buğday tanesi koyarak sayma işi başladığında daha yirminci kareye gelmeden bir çuval bitiverir. Konulması gereken buğday tanesi sayısı bir öncekine göre öyle artar ki, sonunda mihrace Hindistan’ın bütün buğdayının sadrazama söz verdiği kadarına yetmeyeceğini anlar. Sözünü yerine getirmek için dünyada yaklaşık iki bin yıl boyunca yetişen buğdaya ihtiyaç vardır. Mihrace üstel fonksiyonu bilmemektedir, dolayısıyla kendisini bekleyen sürprizi anlayamamıştır. Şimdi kendinizi onun yerine koyun.
Resimde örneğini gördüğünüz grafik tipik bir üstel eğrisidir. Ya da daha tanıdık bir ifadeyle sabit faiz eğrisi. Bu eğride anlamamız gereken, artış yüzdesi ne olursa olsun eğrinin o gördüğünüz “köşe”yi oluşturacağıdır. Düşük yüzde oranında köşeye daha geç, yüksek yüzde oranında daha erken ulaşırsınız, ama mutlaka ulaşırsınız. Köşeyi döndükten sonra ise yüzde ne kadar küçük olursa olsun grafiğin giderek artan hızla yükselmesi kesindir.
Şimdi ikinci grafiğe bakın. Birincisine ne kadar benziyor değil mi? Bu grafik dünya nüfusunun grafiği. Dünya nüfusunun artış hızı ender düşüşler dışında ortalama olarak yılda en fazla yüzde 1 olagelmiştir. Yüzde 1 çok küçük bir oran değil mi? Yeşil çizgi şimdiye kadar gerçekleşen(yüz bin ila bir milyon yıl arasında tahmin ediliyor) nüfus, kırmızı çizgi ise önümüzdeki 40 yıl içinde BM tarafından gerçekleşmesi beklenen nüfus. Şimdi okumayı bırakıp bir kaç dakika bunun üzerinde düşünmenizi istiyorum.
Üçüncü grafik petrol tüketimini gösteriyor. Yıllık artış oranı yüzde 3. Yani nüfus artış oranından çok daha fazla. Dolayısıyla 200 yıldan az bir sürede grafik “köşe”yi dönmüş.
Bu grafik ise 1750-2000 yılları arasında dünyanın toplam su tüketimini, soyu tükenen tür sayısını, tüketilen balık av sahası sayısını, ormansızlaşmayı, kağıt tüketimini, motorlu taşıt sayısını, karbondioksit yoğunluğunu gösteriyor. Bu grafiklere arka arkaya bakın. Yaşadığımız son yüz – iki yüz yılda DEĞİŞİM HIZININ ARTTIĞINI görebiliyor musunuz? Bu grafikler bize para arzının, maden, su, yiyecek tüketiminin, doğanın yok oluşunun eş zamanlı olmasının bir tesadüf olmadığını, hepsinin birbiriyle doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde insanlık logaritmik artış fonksiyonunun bizi doğanın sınırlarına getirip devam edemeyecek hale getirdiğine tanık olacak. Şimdiye kadar hayal bile etmediğiniz olaylara tanık olacağımızı söylüyorum. Şu anda bu grafiklerin ucundayız. Yani tam olarak mihracenin ülkedeki bütün buğdayın yetmeyeceğini anlamak üzere olduğu aşamadayız. Sanırım konunun önemi yeterince anlaşılmıştır.
III
Büyüme nedir?
Bize yıllardır öğretilen, söylene söylene mantra haline getirilen, büyümenin refaha denk olduğu, hatta anlamdaş olduğudur. Peki bu doğru mudur?
Büyüme esasen kaynak varlığının sonucudur. Sözgelimi, vücudumuz sadece yaktığımızdan fazlasını yersek büyür. Yani şişmanlar. Yediğimizi yakarsak vücudumuz büyümez. Benzer şekilde, refah kaynağa bağlıdır. Evli bir çift olarak ayda 1000’er lira maaş(kaynak) alıyor ve tamamını harcıyorsanız ay sonunda birikmiş paranız olmaz. Ama maaşlarınıza zam yapılırsa fazladan gelen para ile bir çocuk sahibi olup ona bakmayı(büyümeyi) ya da parayı zevkiniz için harcamayı ya da biriktirmeyi(refahınızı artırmayı) seçebilirsiniz. Ama ikisini birden yapamazsınız. Dolayısıyla ya büyümeyi ya da refahınızı artırmayı seçmek zorundasınız. Aile için geçerli olan bu örnek bir köy, şehir, ülke ve bütün dünya için de geçerlidir. Sonuçta kaynak sınırlıdır. Bize öğretilen büyüme=refah denklemi yanlıştır.
Peki geçtiğimiz bir iki yüzyılda hem nüfusumuzu, hem de refahımızı artırmayı nasıl başardık? Kaynağımız çoktu. O kadar çoktu ki, seçim yapmak zorunda kalmadık. Bir önceki maddedeki grafiklere tekrar bakın. Kaynakları tüketme hızımızın nasıl arttığını görüyor musunuz? Peki bu grafiklerin bu şekilde artan hızla tırmanamayacağını biliyor musunuz? Artık biliyorsunuz. Bir süre sonra büyürken aynı anda refahımızı artıramaz duruma geleceğiz. Bir aşama sonra ise ikisini de yapamaz hale gelip, en nihayetinde küçülürken yaşam standartlarımızı düşürmek zorunda kalacağız. Küçülürken yaşam standartlarını düşürmek zorunda kalmış bir toplum hatırlıyor musunuz? Ben de hatırlamıyorum. Bunu neden yapmak zorunda kalacağımızı birazdan açıklayacağım.
IV
Para nedir?
Ekonominin nasıl çalıştığını anlamak için para kavramını iyi anlamamız gerekiyor. Kitabi anlamda paranın üç özelliği olması gerekiyor: Birikim aracı olması, değişim aracı olarak kabul görmesi ve ölçü birimi olması. Peki para gerçekte neyi ölçüyor? Para işgücünün ve malın değerini ölçüyor. Mal dediğimiz ise doğada ya da evlerimizde kullanıma hazır olarak beliren bir şey değil. Er ya da geç bir insan tarafından işlemden geçirilmesi gerekiyor. Pınardan akan su, toprakta biten tahıl, yerin altında ya da üstünde dağınık bir şekilde bekleyen maden malın orijinal, el değmemiş halleri. Bunların ekonomiye kazandırılıp nüfus tarafından paylaşılması ve tüketilmesi için emek gerekiyor. Yani pınardan akan suyu içince para ödemiyoruz. O suyu birisi şişeleyip evinize kadar getirdiğinde para ödüyoruz. Yani aslında parayı o insanın emeğine ödüyoruz. Yiyecek ve maden için de aynı hikaye geçerli. Bir kaç küçük istisna dışında bütün malların ve değerlerin kökeni de bu üçü olduğuna göre, paranın sadece ve sadece emeği ölçtüğünü söyleyebiliriz. Peki bu emeğin gerçekleşmiş olması gerekir mi? Günümüzde gerekmez. Bankadan aldığınız krediye karşılık gelen emek(sizinki) henüz gerçekleşmemiştir. Yani aslında para, karşılığı emekle ödenen “hakediş”tir.
Cisim olarak ise para herhangi bir şey olabilir. Cebimizde dolaştırdığımız kağıtlara para diyoruz. Peki bu kağıtlar neyi temsil ediyor? Kağıt paranın ortaya çıkışı çok kısaca şöyledir:
Önceleri altın ve gümüş sikkeler paranın kendisi idi. Altın ve gümüş sikkeleri biriken, taşımak ya da korumak zor olduğu için endişelenen insanlar için Avrupa’da bazı kuyumcular saklama hizmeti vermeye başladı. Altınınızı kuyumcuya teslim ediyor, karşılığında teslim ettiğinizin kanıtı olan bir sertifika alıyordunuz. Zamanla bu sertifikalar yaygınlaştı, altın yerine kullanılmaya başlandı. Bu durum yaygınlaşınca çok başlılığı ortadan kaldırmak için bu kağıt sertifikaları(banknot) her bağımsız ülkede tek bir kurum basmaya başladı. Yani paranın “altın karşılığı” olması, paranızı basan kurumun(örneğin merkez bankası) kasasında paranıza karşılık size teslim edebileceği altının olması anlamına gelir. Yakın geçmişe kadar dünyada ve ülkemizde durum böyleydi. Yani sözgelimi (1 gram altın)=(3 dolar)=(5 lira)=(7 dinar) gibi herkesin bildiği bir denklem vardı. Bu hiç değişmezdi. Bugün ise dünyanın hemen hiç bir ülkesinde paranın altın karşılığı yoktur. Bunun nedenlerini daha sonraki yazılarımda anlatacağım. Dolayısıyla denklem her gün, hatta her saat değişmektedir. Peki o zaman paranın temsil ettiği değer nedir?
Sözgelimi 1 doların temsil ettiği değer, insanların nazarında 1 dolar ne ediyorsa odur. Bir somun ekmeğin 1 dolar olduğunu herkes kabul ettiği için 1 dolardır. Piyasadaki dolarlara kıyasla ekmek sayısı değişmezse doların değeri değişmez. Ama ekmek sayısına göre giderek daha fazla dolar dolaşımda ise ekmeğin fiyatı artar, doların değeri düşer. Bu da enflasyondur. Piyasadaki para miktarını sürekli artırırsanız 1 birim paranın temsil ettiği değer sürekli düşecektir. Değer için alt limit yoktur. Yani limit sıfırdır. Kaynaklar bize şimdiye kadar 3800 farklı para biriminin alt limitine ulaştığını, yani işlevsiz hale gelip tedavülden kaldırıldığını söylüyor. Aslında enflasyonun sıfırdan büyük olduğu her ortamda para, yukarıda bahsettiğim üç işlevden birincisini, yani birikim aracı özelliğini kaybetmiş oluyor. Bu durumda “yatırım aracı” dediğimiz kavram ortaya çıkmak zorunda kalıyor. Çok değil, yüz yıl önce böyle bir kavram yoktu. Çünkü yatağın altına sıkıştırdığınız parayı torunlarınıza bırakabiliyordunuz. Bugün paramızı elimizde tutamayız. Harcamak ya da gerçek değer ifade eden bir şeylerle değiştirmek zorundayız. Çünkü enflasyon her yerde. Yani bugün dünya üzerindeki hiç bir para birimi, paranın birinci özelliğine, birikim aracı olması özelliğine sahip değil.
V
Paranın yaratılması
“Para yaratma süreci akla sığmayacak kadar basittir.”
– John Kenneth Galbraith
1000 lira birikiminiz var diyelim. Bu bin liranın nasıl ortaya çıktığına daha sonra döneceğim. Bu birikiminizi bankaya yatırmak istiyorsunuz, tam da o gün yeni bir banka kurulmuş ve hiç mevduatı yok. Banka sizin yatırdığınız 1000 lirayı alır, kredi için başvuran insanlara 900 lira olarak borç verir. Yani banka sizin paranızın tamamını emanette saklamaz. Bunun nedeni ülkemiz yasalarının kısmi rezerv bankacılığına izin vermesidir(Yukarıda altın karşılığı sisteminin terk edildiğinden bahsetmiştim. Karşılık sistemi olsaydı bu mümkün olmayacaktı.). 900 liralık kredi alan kişi ise bunu çeşitli yerlerde harcar, yani para başkalarının eline geçer. Bu kişiler de nihayetinde parayı cari ya da mevduat hesaplarına yatırırlar. Hangi bankaya yatırdıkları hesabımızı değiştirmiyor. Aynı banka varsayalım. Şimdi bankanın elinde kredi olarak dağıtılacak yeni 900 lira olmuş oldu. Banka bu paranın da %90’ını, yani 810 lirayı kredi olarak verir. Aynı döngüler sonunda bankanın eline 729 lira geçer, bunu piyasaya dağıtır, 656 lira olarak kendisine geri döner ve bu böyle sürüp gider. En sonunda hesaplarız ki sizin bankaya mevduat olarak yatırdığınız 1000 lira piyasada dolaşan 10000 liraya dönüşmüş. Uygulamada bu oran on kattan da fazladır.
Şimdi dikkat edin: Birincisi, bankada şu anda 1000 lira rezerv bulunmakta. İkincisi, değişik banka hesaplarında toplam 10000 lira ve 9000 liralık kredi. Banka sadece 1000 lira rezerv tuttu fakat verilen 9000 liralık kredinin tamamına karşılık gelen mevduat, mevduatın da tamamına karşılık gelen kredi var. Peki bugün her mevduat sahibi parasını çekmek isterse banka bunu verebilir mi? Sadece elindekini, yani onda birini verebilir. Bu sistemin çalışması için asla ve asla insanların para çekme kuyruklarına girmemesi gerekir. İnsanların bankalara paralarını almak için hücum etmeleri, bankaların ödeme yapabilmek için kredileri geri çağırmaları, kredi sahiplerinin borçlarını ödeyememeleri gibi durumlarda ise “kriz” çıkıyor. Bu konulara ilerleyen bölümlerde gireceğim. Şimdi umarım paranın aslında yoktan var edilen kredi olduğunu, kredi geri ödenince paranın yok olduğunu anladınız. Bu noktada aklınıza saadet zincirleri geldiyse konuyu anladığınızdan emin olabilirsiniz!
Bu örnekte bir şeyi atladım fark ettiyseniz. Faizi. Alınan 9000 liralık kredi faiziyle geri ödenmeye kalkılsa bu para nereden gelecekti? Sistemin yumuşak karnı, kara deliği, gayya kuyusu… ne derseniz deyin, bu sisteme sürdürülemez özelliğini veren ikinci unsur faiz.
VI
Merkez Bankaları Nasıl Çalışır?
Vergilerin ne için toplandığını biliyoruz, kamu harcamaları için. Peki devlet yeterli vergi toplayamamışsa, ya da ayağını yorganına göre uzatmamış, fazla harcama yapmışsa açığı nasıl kapatır? Hazine bonosuyla. Aslında hazinenin sadece adı hazinedir. Hazinede koca kasalar ve içinde harcanmayı bekleyen milyarlar yoktur. Hazine aslında beş parasızdır. Eline geçen parayı en iyi ihtimalle bir kaç haftaya kalmadan harcar bitirir. Yani biz, millet, hiç birikmiş paramız olmadan, çoğu zaman hesabımızda eksi bakiyeyle yaşıyoruz. Bu durum 1950’lerden beri böyle. Dünyanın diğer milletleri de çok farklı değil. Bu konuyu daha sonra açacağım, şimdi hazine bonosuna dönüyorum.
Hazine bonosu satışı yapıldığında bankalar kasalarındaki para ile alım yaparlar. Bu paranın kaynağını önceki bölümde anlatmıştım. Peki Merkez Bankası(MB) bu bonoları piyasadan almak istediğinde ne olur? MB’nin kasasında parası olması gerekmez. Kendi parasını basar ve bu bonoları alır. Kısaca, özel bankalar sadece %10 karşılığını tuttukları parayla, MB ise yoktan var ettiği parayla bize borç verir. Bu borcu faiziyle geri öderiz. Ya da ödeyemez, daha fazla bono satarız. Bu çevrimin bu şekilde olmadığını düşünüyorsanız, bi şeyleri atladığımı, ya da abarttığımı düşünüyorsanız durmayın, bu konuda elinize geçen her kaynağı karıştırın. Aksini biliyorsanız çekinmeyin, yazın.
Bu sistemin kısır döngüsü şudur: Piyasadaki toplam borç, kamu ya da özel fark etmez, sürekli arttığı için bu borcu kapatmak ve üstüne faizini ödemek için MB ve bankalar eliyle piyasaya sürekli yeni para girmesi gerekir. Kabaca her yıl piyasadaki para, ortalama borç faizi kadar artmalıdır. MB’nin “ayarladığı, düzenlediği” şey basitçe budur. Beğenelim ya da beğenmeyelim, anlamamız gereken bu sistemin sonsuza kadar devam edemeyeceğidir. Çünkü kaynaklar ve insan nüfusu sonsuza kadar artamayacaktır. Bunun nereye kadar devam edebileceğini merak ediyorsanız şimdilik yukarıdaki grafikler üzerinde tekrar düşünün, bugünlerde bunalıma dönüşme sürecinde olan 2008 krizinin nedenleri üzerine daha fazla okuma yapın. Günümüzdeki para ve bankacılık sisteminin çok yeni(40 yaşından genç) olduğunu unutmayın.
VII
Borç
“Evrendeki en etkili güç bileşik faizdir.”
– Albert Einstein
Önce borcu tanımlayalım. Borç, ödenecek paranın sözüdür. Bugün alınan borç, gelecekte daha fazla paraya sahip olunacağı, yani refahın artacağı beklentisidir. Gelecekte bugündekinden daha büyük, daha müreffeh olacağımız varsayımıdır. Borçlu kamu ise gelecekte kamunun daha zengin olacağı ve daha fazla değer üreteceği, borçlu kişi ise kişinin gelecekte daha zengin olup daha fazla değer üreteceği varsayımıdır. Borçlu zenginleşemezse borcunu ödeyemez ve iflas eder. Bütün borçlular aynı anada iflas ederse sistem çöker. Şimdiye kadar böyle bir şey büyük ölçekte gerçekleşmediği için bankaların buna karşı korunma mekanizması yoktur.
Şimdi gelelim bizim durumumuza:
Bu grafik Türkiye’nin iç ve dış borç stoku hakkında bize bir fikir veriyor. İki eğriyi süperpoze ederseniz grafiğin köşesi daha da belirginleşir.
Şimdi şunu düşünün: Önceki yıl hazinenin aldığı borç nasıl geri ödenir? Borcun bir yıllık olduğunu varsayarsak bir sonraki yıl devletin borcu ve faizini ödemeye yetecek kadar vergi toplaması gerekir değil mi? Bu grafiğin sonlarındaki yıllardan birinde iseniz pratik olarak devletin iki kat vergi toplaması gerekir. Ya da bütün kamu harcamalarını durdurup o yılı borcunu kapatarak geçirmesi gerekir. Bunun ne kadar zor olduğunu düşünün. Peki hazine ne yapıyor? Borcu çevirmek için yeni borç alıyor. Yani hem anapara, hem faiz sürekli artıyor. Bir sonraki sene artmış anapara ve faizi karşılamak için daha da fazla borç alıyor. Peki bu böyle mi devam edecek? Elbette hayır, durum daha da kötü olacak. Çünkü artan nüfus; artan şehirleşme, artan öğrenci sayısı, artan emekli sayısı, daha fazla yol, daha fazla elektrik santrali, daha fazla hastane vb. ihtiyaçlar demek. Yani daha da fazla kamu harcaması demek. Bu grafiklerin gittikçe daha dik açıyla tırmanması demek. Borçtaki bu hızlı artış da enflasyon gibi yeni gözlenen bir şey. Hatta enflasyondan çok daha kısa bir geçmişe sahip. Kullandığımız enerji kaynaklarının, doğal kaynakların gittikçe daha da hızlı artacağını varsayarsak teorik olarak bu grafikleri devam ettirebileceğimizi söyleyebiliriz. Şimdi kullandığımız enerji ve doğal kaynakların bu hızda artıp artamayacağına bakalım.
Şimdi bildiğimiz iki kavramı yan yana koyalım:
Para insan emeğinin ölçüsüdür.
Borç gelecekte ödenecek paradır.
Bunları birleştirirsek şu tanımı yapabiliriz: Borç, gelecekteki insan emeğinin üzerindeki haktır/hakediştir.
VIII
Enerji bunalımı/Peak Oil
Ekonominin genel ve yerel gidişatı hakkında bir fikir sahibi olduk. Bu kapsamda sürdürülebilirlik kavramını en naif, en iyimser haliyle zihnimizde şu şekilde canlandırabiliriz: Enflasyon ve borçlanma bizi sürekli kovalar, büyüme ve refah artışı kaçar. Büyüme ve/veya refah artışını sağlayamazsak işler değişir. Şimdi sıra bunları neden sağlayamayacağımızı öğrenmeye geldi. Bu yazıda esasen üç ana unsurun çakışmasını anlatmak istediğimden enerji bunalımı konusunu ayrıntılara girmeden geçeceğim. Doyurucu ayrıntıyı kaynaklar listesinde bulabilirsiniz.
-Medeniyet-enerji ilişkisi
Önceki bölümlerde üstel fonksiyonu, büyümenin doğal kaynak artışına nasıl bağlı olduğunu izah etmiştim. Peak oil, Türkçe’ye iki kelimeyle çevrilememekle birlikte, basitçe “petrolün tükenmeye başlaması” olarak tanımlanabilir. Önce şu yanılgımızdan kurtulalım: Petrol sadece ulaşım için kullanılmıyor. Biz medeni insanlar petrolü kelimenin gerçek anlamıyla yiyor, içiyor, üzerimize giyiyor ve içinde barınıyoruz. Petrol olmadan dünya nüfusu bir yüzyılda 1.5 milyardan 6 milyara çıkamazdı. Tarlalarımızı petrol olmadan sulayamaz, ilaçlayamaz, gübreleyemez, karnımızı doyuramazdık. Şehirlerimize su getiremez, baraj, nükleer santral, rüzgar türbini yapamaz, elektrik üretemezdik. Petrokimya denen teknoloji var olmaz, yapay tekstil, ambalaj malzemesi, sağlık gereçleri, plastiklerden mahrum kalırdık. İnşaat malzemeleri neredeyse sadece taş ve kereste ile sınırlı kalırdı. Daha sayamayacağım birçok kullanma alanından dolayı fosil yakıtlar, özellikle de petrol son 60~70 yıldır bizim hayatta kalmamızı sağlıyor.
Hala ikna olmadıysanız dünya nüfusu grafiğini petrol üretimi grafiğinin üzerine oturtunca ortaya çıkan manzara üzerinde düşünün. Daha sonra bu grafikte “kağıt para”nın kullanılmaya başlamasının yerini işaretleyin. Yetinmeyin, bildiğiniz meslek dallarının, bugünkü anlamıyla bankacılığın, şehir hayatının ortaya çıkıp geliştiği zaman dilimini işaretleyin…
-Petrol
Önce bizim hayati olan petrolü nasıl elde ettiğimizi öğrenelim. Petrol yandaki resimde gördüğümüz gibi deldiğimiz yerden fışkırmıyor. Bu genelde bakir yataklarda açılan ilk kuyularda görülen bir durum. Gerçekte petrol yatağı bir kayaç tabakasından ibaret. Sıvıyı çıkarmak için güç kullanılıyor, yerin altına su ve hava pompalamak gerekebiliyor. Petrol miktarı azaldıkça sıvıyı yüzeye çıkarmak için kullanılan güç artıyor. Bir yatak keşfedildikten sonra çıkarılan petrolün debi eğrisi yaklaşık olarak bir çan eğrisi oluyor.
Bu grafiğin şekli yatağın ne kadar büyük olduğundan ya da açılan kuyu sayısından bağımsız. Bir yatak geliştirilmeye başlandıktan sonra her bir pompanın/kuyunun çan eğrisi büyük, tek bir çan eğrisi oluşturuyor.
Bir kıtanın ya da ülkenin bütün yataklarının toplamı ise yine bir çan eğrisi oluşturuyor.
Gördüğünüz gibi Petrol üretiminin bıçak gibi kesilmesi söz konusu değil. Yani “50 yıllık petrolümüz kaldı” demek, petrolü bir 50 yıl daha bu hızda kullanıp bir sabah uyandığımızda bitirmiş olacağımız anlamına gelmiyor. Zirveye(peak) ulaşmak için geçen süre kadar bir sürekli düşüş devresi oluyor. Burada anlamamız gereken şu: Çan eğrisinin ikinci yarısına geçtiğimizde, her bir varil petrol için harcamamız gereken enerji artıyor. İşte birim hacimde petrolü çıkarmak için gereken enerji ve para karlılık sınırının altına indiğinde kuyular terk ediliyor. Yani rezerv yüzde yüz tüketilmeden bir miktar petrol yerin altında bırakılmak zorunda kalıyor.
ABD bu zirveye 1972’de ulaştı. 1972’den sonra ABD’nin günlük petrol üretimi artmadı, artamadı. Talep ise artmaya devam ettiği için ABD o zamandan beri açığını ithal yoluyla kapamak zorunda. ABD’nin petrol üretimi değil ama rezerv keşifleri 1930’larda zirve yaptı. Keşiflerle üretim arasındaki ilişkiyi çözen M.King Hubbert isimli Amerikalı jeolog keşiflerin zirve yapmasından 40 yıl sonra üretimin zirve yapacağını öngördü. Nitekim yanılmadı. Alttaki grafikte dünya çapındaki keşifleri görüyorsunuz. 1964’teki zirveye 40 yıl eklerseniz 2008’i bulursunuz. 2007’den beri dünyanın günlük üretiminin 85 milyar varilde sabit kaldığını söylemiş miydim? Peki 80’lerden beri hiç bir büyük keşif yapılmadığını?
Petrol fiyatının bu süreci değiştireceğini düşünmeyin. 2004’te 50 dolar olan varil fiyatı 2008’de 142 dolarla zirve yaptığında bile üretim artmadı. Nedenine gelelim…
-Net enerji
Bir enerji kaynağı kullanıma açarken “enerji bütçesi” yapılır. Elde edilen enerjinin bir kısmı sürecin sürekliliğini sağlamak için yatırıma geri döner. Petrol kuyusu işletiyorsanız elde ettiğiniz enerjinin bir kısmını yeni petrol aramaya, mevcut rezervlere yeni kuyular açmaya, mevcut kuyunuzun bakımına harcarsınız. Barajınız varsa elde ettiğiniz bir kısmını barajın sabit giderleri ve bakımına harcarsınız. Enerji kaynağınız rüzgar türbini ise elde ettiğiniz enerjiyi yeni bir rüzgar türbini yapmak için kullanmalısınız ki, ömrü dolduğunda yenisi ile değiştirebilesiniz. Yani enerji eldesi için bir miktar enerjiyi önceden harcamak gereklidir. Geri kalan enerji ile medeni hayatın işlevlerini yerine getirirsiniz. Bu bize net enerji kavramını verir. Grafiği de doğal olarak aşağıdaki gibi oluşmaktadır. Önceki bölümlerde gördüğünüz “köşeli” grafikleri hatırlayın.
Enerji eldesi için gereken enerji yükseldikçe bize kalan net fayda azalır. Gereken enerjinin elde edilen enerjiye oranı 1 olduğunda ise artık enerjiyi elde etmenin hiç bir anlamı kalmamıştır(elde var sıfır). Şimdi bugün grafiğin neresinde olduğumuza bakalım.
Geri dönüşü olmayan köşeyi “dönmek üzere” olduğumuzu gördünüz mü? Büyük puntolarla yazılmayan, manşetlere çıkmayan haber üretimin ARTAMADIĞIDIR. Zirveyi geçip günlük üretimi düşmeye başlayan ülkeler arasında İran, Libya, Venezuela, Endonezya, Malaezya, Suriye, İngiltere, Norveç, Avustralya ve Meksika da var. Zirveyi geçmemiş ülkeler ise S.Arabistan, Kuveyt gibi birkaç körfez ülkesinden ibaret.
Peak oil, üzerinde tartışılan bir kavram değildir. Petrol sonsuz değildir. Herkese yetecek kadar petrolün olmadığı günlere sandığınızdan çok daha yakın olabiliriz. Doğalgazda ve kömürde durum farklı değildir. Hayatta kalmak ve ekonomiyi işletebilmek için petrol, kömür ve doğalgaz üçlüsüne mecburuz. Alternatif enerji kaynakları bize petrokimya ürünlerini, karnımızı doyurmak için gereken suni gübreyi ve zirai ilaçları vermez. Ekonomiyi bugünkü hızıyla işletebilmek için gereken muazzam miktarda enerjiyi fosil yakıtlar dışındaki hiç bir kaynak veremez. Teknoloji ise sadece verimliliği artırabilir, enerjiyi yoktan var edemez, ona olan ihtiyacımızı ortadan kaldıramaz. Alternatif enerji kaynaklarının TAMAMI petrol ve diğer fosil yakıtlardan elde edilecek başlangıç yatırımına ve altyapıya ihtiyaç duyarlar. Hemen bugün varımızı yoğumuzu alternatif enerjiye yatırsak bile böyle bir ekonomik ve teknik düzenleme için gerekecek petrol enerjisi muazzam boyutlarda olacaktır. İronik, değil mi? Kısa vadede yukarıdaki şemanın dönüşeceği şekil şöyle olacaktır:
IX
Doğal kaynaklar
ABD’de bulunan ilk petrol yataklarından bazıları sadece 30 metre derinliğindeydi. Bugün 3000 metre derinliğindeki okyanusun dibinin bir 2000 metre daha altındaki orta büyüklükteki rezervlerin kullanıma açılması için hesaplar yapılmakta. Doğal olarak insanlar önce kolay ulaşılabilir kaynaklara, talep artarsa görece zor ulaşılan kaynaklara yöneliyor. Bu süreç yukarıda anlattığım başa baş noktasına gelene kadar devam ediyor. Petrol için anlattığım olan bu süreç bütün doğal kaynak sömürü mekanizmaları için geçerli. İlk bakır madenleri komik sayılabilecek derinlikteydi. Hatta nehir yataklarında koca koca saf bakır kütleleri bulunuyordu.
Bugün bakır madenlerinin aldığı görünüm yukarıdadır. İnsan eliyle yaratılan bu vadi ve kraterlerden(mesela yukarıdaki kraterin çapı 4km’dir.) bugün dünya üzerinde onlarca olduğunu söylersem madenlerin ne kadar seyrekleştiği anlaşılır umarım. Aynı şey toprak için de geçerli. Nüfusumuz çok daha az iken, yani sofradaki boğaz sayısı az iken sadece en verimli, en sulak topraklar ekiliyordu. Bugün çorak araziler taşlardan arındırılarak, kilometrelerce öteden ya da yerin yüzlerce metre altından getirilen su ile sulanarak işlenmeye başlanıyor. Bu arada karlılığı ve getirisi azalıyor. Uzun sözün kısası, net getirinin azalması bütün doğal kaynak kullanımı sürecine hakim.
Bütün bu veriler doğal kaynakların sonuna her zamankinden daha yakın olduğumuz anlamına geliyor. Bu gerçek kömür, doğalgaz, petrol, uranyum, alüminyum, bakır, gümüş, çinko, fosfor, hatta yeraltı suyu ve tarım toprağı için de geçerli. Soyu tükenen türlerin grafiğini hatırlayın. Dünya her taraftan alarm veriyor. Daha küçük, daha fakir, çok daha düşük hayat standartlı bir geleceğe hazırlanmak yerine daha fazla doğal kaynak tüketmek üzere planlar yapıyoruz, düşüncesizce çoğalarak nüfusumuzu artırıyoruz.
-Artan nüfusun artan enerji ihtiyacı için her zamankinden daha fazla doğal kaynağa ihtiyaç duyuyoruz. İhtiyaç artarken enerji kaynaklarının sonuna geliyoruz.
-Daha fazla nüfusun ihtiyacı için daha fazla madene, daha fazla maden için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyoruz. İhtiyaç artarken kaynakların sonuna geliyoruz.
-Artan nüfusu beslemek için endüstriyel tarım ve hayvancılığa ve dolayısıyla daha fazla çevre tahribatına, daha büyük salgın risklerine katlanmak zorunda kalıyoruz.
-Suyun ve gıdanın daha fazla bireye dağıtımı için daha fazla enerjiye ihtiyaç duyuyoruz. İhtiyaç artarken kaynakların sonuna geliyoruz.
-Artan nüfusu beslemek için daha fazla arsaya, arsa oluşturmak için daha fazla tarım toprağından vazgeçmeye gereksinim duyuyoruz.
-Endüstriyel tarımın yüksek enerji ihtiyacı nedeniyle yüksek gıda maliyetlerine katlanmak zorunda kalacağız.
Bu sürecin neresindeyiz? Burasındayız:
Durumlar değişmeye başlarken, enerji, ekoloji, ekonomi üçlüsü çok yakında elimizden bu hayat tarzını çekip alacaktır. İlk darbe vuran ekonomi olacaktır. Bu darbelerin ilki 2008’de başlayan, halen “kriz” zannedilen bunalımdır.
X
Ne yapmalı?
Para ve kredi sisteminin bundan sonra çalışmayacağını, kapatılamayacak bir enerji açığının varlığını, doğanın bize eskisi kadar merhamet etmeyeceğini biliyoruz. Bu bilginin ışığında bazı öngörüler yapmak zorundayız. Zorundayız diyorum, çünkü geleceğin bugüne benzemeyeceğini bilen aklı başında birinden bu beklenir. En basit varsayım, gelecekte kişisel ve toplumsal güvenliğimizin azalacağıdır. Azalan güvenlik algısı karşısında ilk verilmesi gereken tepkileri vermek beklenir: Borçlanmamak, tasarruf etmek, uzun vadeli planlardan -özellikle iyimser olanlarından- vazgeçmek. Bunun ötesinde şimdilik önerim yok, çünkü yapılması gereken şeyleri tehlike algınıza göre sizin belirlemeniz gerekiyor. Herkesin algısı ve öngörüsü farklı. Benim en büyük tavsiyem bu konuları öğrenmeye vakit ayırmanızdır. Size tarihin hiç bir döneminde yaşanmamış olayların ve değişimlerin bizi beklediğini anlatmaya çalışıyorum. Bu konuyu daha fazla nasıl vurgulayabilirim, açıkçası bilmiyorum. Bilimsel bütün veriler geleceğin çok farklı olacağını bize gösteriyor. Hazırlanmak için önce bunu kabullenmemiz lazım.
Peki hazırlanmakla kaybedeceğimiz ne var? Şuna cevap verin: Beklenmedik değişimlere hazırlıksız yakalanıp büyük zararlar mı görmek yeğdir, çok daha hafif değişimlere gereğinden fazla hazırlanmış olmanın vereceği aptallık hissi mi?
Ben bu blogu öncelikle insanlara yaklaşan tehlikenin farkına varmaları, daha sonra ne yapmalı sorusuna yanıt aramaları için başlatım. Yani öncelik olayları kavramakta. İlerleyen günlerde konuları derinlemesine inceleyecek ve ne yapmalı konusuna ağırlık vereceğim. Olan biteni doğru analiz edemezseniz yanlış sonuçlara varır, dolayısıyla yanlış planlar yapar ya da hiç bir yapmamayı seçebilirsiniz. Okumak ve daha fazla bilgi edinmek için kaynaklardan faydalanabilirsiniz. Yeni bir şeyler öğrendiğinizi ve benim doğru tespitler yaptığımı düşünüyorsanız sizden ricam bu blogu tanıdıklarınıza duyurmanızdır. Yok, bunları zaten biliyordu iseniz, bir süredir üzerinde çalışıyordu iseniz sizi bloga yazar olarak katılmaya davet ediyorum. Tezlerimin gerçek dışı olduğunu, çürütebileceğinizi düşünüyorsanız yorum yazabilir ya da eposta ile iletişime geçebilirsiniz.
Daha fazla okuma için kaynaklar:
http://www.chrismartenson.com – Yazının anafikrinde ve şemalarda buradan yararlandım. İngilizce bilenlere Crash Course’u tavsiye ederim.
Forgotten Fundamentals of the Energy Crisis(Enerji Krizinin Unutulan Kökenleri) – Fizik profesörü Albert Bartlett üstel fonksiyon, büyüme, enerji ve nüfus sorunlarına anlaşılır bir İngilizce ve çok basit matematiksel örneklerle açıklık getiriyor.
http://www.energybulletin.net – Enerji ve petrol hakkında güncel kaynak.
http://www.eroei.com – Net enerji kavramını ayrıntılarıyla ele alıyor.
World Scientists’ Warning to Humanity – Saygın bilim adamlarının ekolojinin günümüz insan aktivielerini daha fazla kaldıramayacağı hakkında uyarısı ve çağrısı.
Peak oil hakkında tek Türkçe kaynak: Petrolsüz Dünya – Doğan Aydal
Yukarıdaki bileşik kaynak tüketimini gösteren grafiğin büyük boyutlu halini http://countryofblindfolded.blogspot.com/2008/10/folly-of-folly.html adresinde görebilirsiniz.
Bu mükemmel bilgileri derleyip bize sunduğun için çok teşekkürler. Ben biraz borsa ile ilgilenirim. Ve gördüğüm o ki hiçbir iniş ve hiçbir çıkış tesadüfi değil. Çıkış öncesi hareketler ve tepedeki hareketleri azçok bilirim ve yorumlayabilirim. Ekonominin yaşamın temel lokomatifi olduğunu düşünürsek şöyle bir öngörüde bulunacağım; 2015-2020 yılları arasında bir 3. dünya savaşı(nükleer savaş) bahane ile çıkartılacak. Üstüne de ölümcül salgınlar eklenecek. Kısacası bu dönem zarfı içerisinde 3 milyara yakın insan ölecektir. Şimdi tüm bunları neden bu kadar acımasız düzeyde ve kısa sürede olacağını düşündüğümü düşünür gibi olduğunu biliyorum. Fakat evrende bir kaide mevcuttur; ”Tek solukta ki tüm büyük olayların hemen ardından bir ters tepkime vuku bulmaktadır” Yıldızların ömürlerini sonlandırmaları ve ardından kara deliklerin oluşması, borsanın tepe noktasına ani çıkışlarının ardından ani iniş tepkileri vermesi, bir ülke içerisinde ki azınlıkların neredeyse geometrik artışları neticesinde ”ufak bir kıvılcımla” o ülkede meydana gelen sosyal patlamalar vs… Fakat şu bir gerçek ki; artık herbireyin karar verme vakti gelmiştir. Ve hayat hiç acımadan tek solukta söndürecektir kitlesel ölçekte caları… Ve karar verenler…
3. Dünya Savaşı’nın yaklaştığı aşikar. Bununla ilgili bir yazı hazırlamadım ama politikacıların, bankacıların vb. ufak ufak savaş hazırlığı yaptığını sezebiliyoruz.
Selamlar;
dünyada birşeylerin ters gittiği ortada. bu terslik sokaktaki birinin gözlerine bakınca bile anlaşılıyor. bu tersliği bir çok yönde ele alabiliriz.. sizin de belirttiğiniz gibi ekonomi ekoloji enerji bu konuda ele alınması gereken en önemli başlıklardan bazıları.. insan psikolojisi ve sonsuz istekler de buna eklenmeli.. ben inanıyorum ki.. insan bireysel keyif ve temel yaşam ihtiyaçları için kaynakları tüketmek yerine tüm dünya için yaşamaya çalışsa.. dünyadaki enerji kaynakları miktarı artar..
yani dünyadaki petrol miktarı artmasa bile dünyadaki değişen enerji insanların keyif ve temel enerji ihtiyaçları doğrultusunda değişmeye başlayacaktır..
yani şunu demek istiyorum..
petrolü kullanırız.. petrol biter.. ekeriz toprak çoraklaşır toprak biter.. içeriz.. doğal kaynak suları biter.. ama bunlar enerjiye dönüşür.. enerji tekrar dönüşür.. biz eğer dünya için tüm dünyanın enerji üretimini insanlar için dönüştürmeyi başarabilirsek.. sizin dediğiniz ölümsüzlüğü bulmuş oluruz.. elbetteki kendi ölümsüzlüğümüz değil.. dünyanın ölümsüzlüğü.. yada az ölümlülüğü.. yaani.. demek istiyorum ki..
dünya atmosferin troposferin stratosfer ve mezosferin enerji geçirgenliğinin az olması sayesinde neredeyse ölümsüzdür*.. enerji değişir değişen enerjiyi kaynak haline getirmeyi bulmak gereklidir.. bunu da teknoloji yapacaktır.. yani teknoloji sadece verimi arttırmaz.. enerjiyi kaynak haline dönüştürebilir.. buna mümkündür diyebilmek istiyorum.. yazı için teşekkürler..
* eğer enerji dışarı çıkarsa azaldığı zaman enerji çekmeye başladığı varsayılırsa ölümsüzdür..
Ekonomi bilimi, insanların arzu ve isteklerinin sonsuz, ancak gereksinimleri karşılayacak kaynakların sınırlı olduğu tanımından yola çıkar yani temel itibari ile ekonomi biliminin çıkış noktası bu tanımdır.
Tabii ekonomi alanı sosyal bilimler içierisinde hukuktan sonra insanların kafasını karştırmaya yönelik teoriler üreten ikinci alandır.
Konu ekonominin üç ana kitabı olan “Ulusların Zenginliği (Adam Smith), Das Kapital (Karl Marx), İstihdam, Faiz ve Para Genel Teorisi (J.M. Keynes)” çerçevesinde de tartışılabilir fakat konu aslında ekonominin tanımı kadar basittir.
İnsan nüfusunun artması ve bu insanların arzu ve isteklerinin sonsuz olması (imkanlar dahilinde kısıtlı olması hali hariç) ve sözkonusu petrolün görünen gelecekte yetersiz olacağının bilinmesi ekonomi teorilerinin bir çözüm üretmesini imkansız hale getirmektedir. Ekonomi bilimi zaten hep tespit yapmıştır ama hiç bir zaman kesin bir çözüm üretememiştir.
Yukarıdaki makalede kendi adıma aklıma gelen tek çözüm bireysel çözümlerdir. Çünkü insan topluluklarının sayısı arttıkça ortak akılda birleşmek zorlaşmaktadır.
Bireysel çözümlerin başında kırsal bölgelere yerleşmek ve enerji ihtiyacını güneş ve rüzgar gibi yöntemlerden sağlamak mümkünse kendi besin maddelerini üretebilir hale gelmek, stok yapabilme imkanlarını sağlamak ve bireysel savunma şartlarını oluşturmak gelmektedir.
Enerji ve ekoloji açmazında dünya ekonomisinin ve hiç bir ekonomik modelin artık bir şansı kalmamıştır.