Kimse Suçu Aşırı Nüfusa Yüklemiyor

On yıl önce ne bu ülkenin basınında, ne kitapçı raflarında, ne kütüphanelerde, ne üst düzey bürokrat ve milletvekili zihinlerinde, ne de aydın kesimin kaleminde yer bulmayan bazı gerçeklerin bilgilerine ulaştığımda “Bunları yazmalıyım” demiştim. Çünkü bu bilgiler yer alması gereken saydığım ortamlarda bulunmuyor ve kimse tarafından konuşulmuyor, tartışılmıyordu. Son derece mütevazı denebilecek, derine inmeyen bir çabayla ürettiğim içerikten izinli ve izinsiz olarak (ç)alıntılar yapıldı. Buna karşılık asıl ulaşmam gereken kişilere ve ortamlara ulaşamadım. Biraz benim stratejik düşünebilme yeteneğim olmayışından, biraz da aydınlık ve vicdanlı olması gerektiğini varsaydığımız kişilerin umursamazlığından olsa gerek, sonuç alamadım.

Sağ tarafta görüyorsunuz, hepi topu yüz okurum var. Emek emek çevirisini yapıp altyazısını hazırladığım belgeseller YouTube’da yüz kez bile izlenmedi. Bazı videolarım bazı ülkelerde engellendi. Geçtiğimiz aylarda Chris Martenson’un belgesel filminin Türkçe sürümünü hazırlamak için benzer konularda yazıp çizen tanınmış iki profesörümüzden yardım istedim. Para ve emeğin tamamı benden olacaktı. Onlar yalnızca ortaya çıkan ürünü kendi takipçilerine, yani daha çok kişiye ulaştıracaklardı. İkisi de geri çevirdi. Böyleyken blog sayfama daha çok içerik hazırlamak akıllıca görünmüyor. Karşılaştırmak için Hikmet Uluğbay’ın internet sitesine bakabilirsiniz. Kendisi elbette benden daha birikimli biri ve yazdıklarını hiç kimse okumuyor, hiç kimse! Kimsenin okumadığı içeriği üretmek için nasıl bir güdülenmeye sahip olabiliyor, kendisine imreniyorum. İşimden arta kalan zamanı kendime harcamak yerine kimsenin umursamayacağı, gerçek ve gerekli bilgilerin, özgün bakış açılarının bulunduğu içeriği üretmek için bir neden bulmakta zorlanıyorum. Yazmayı bırakmaya karar verdiğim günden beri sürekli yazmak ve yazmamak arasında gidip geliyorum. Geçenlerde ilgisiz bir ağızdan nüfus artışıyla ilgili bir yakınma işitince bari birkaç çeviri yapayım dedim. Hiç değilse her şey bittiğinde “Uyarmıştım” diyebilmenin vereceği vicdan rahatlığından bir parça daha satın almış olurum.

İlki, Prof. Albert Bartlett’ın Democracy Cannot Survive Overpopulation makalesinin çevirisi. Kendisini Youtube kanalıma koyduğum videodan biliyorsunuz. İkinci çeviri “Ortakların Trajedisi” çalışmasıyla bilinen Prof. Garrett Hardin’den. Orijinal adı Limited World, Limited Rights. Makalelerin gelişmiş ülkelerin veya ABD’nin sorunlarına özgü gibi görünmeleri yanıltıcıdır. Haberi verilen her bir olgu ve yapılan her bir yorum bütün uygar toplumlar için geçerlidir. Bugünün 84 milyonluk Türkiye’sinde hala bunlar kadar aydınlatıcı, bunlar kadar sağduyulu fikir bildiren çıkmamıştır.

Bu iki makalenin nüfus konusuna yabancı bir kişinin (ki bu tanımlama nüfusun %99,9’una karşılık geliyor) en kısa sürede edinebileceği en sağlıklı ve bilimsel bakış açısını kazandıracağını düşünüyorum. Zeka ve bilgi düzeyi hızlanarak düşen bir toplumsal ortamda ekolojinin ve temel aritmetiğin kesinlikle hesaba katılmadığı politik tartışmalar deli saçmasıdır. Havanda su dövmektir. Kürt sorunundan tutun yenilenebilir enerjiye, Suriye savaşından tutun milli eğitimin haline, çocuk istismarından tutun yargı bağımsızlığına kadar memlekette ne kadar tartışma varsa hepsi de iç boş sayıklamadır. “Türkiye’nin /dünyanın en önemli sorunu…” diye söze başlayanların ne aritmetikten, ne ekolojiden haberi vardır. Bu kişiler kanserdir. Çevirdiğim iki makale de ilaçtır. Ben alternatif bir reçete veriyorum. Kabahat ilacın dozunu artıramayanların olsun.

Alıntı yapacak olanların dikkatine: Çevirilerde bire bir karşılık aranmamıştır, atlanan cümleler vardır.

***


 

Aşırı Nüfusta Demokrasi Sağ Kalamaz

Prof. Albert A. Bartlett, Colorado Üniversitesi, 2000.

 

 

Bu makale hükümetin her düzeyinde demokrasinin düşüşüyle ilgili artan kaygıları konu alır. Aşırı nüfusun ve teknolojinin bu düşüşün nedeni olduğu gösterilmiştir. Teknolojinin gelişimini durdurmaya çalışmak akıllıca olmayacaktır; o yüzden aşırı nüfus sorunlarını ivedilikle çözmemiz gerekir.

 

Giriş

Kimi zaman öfkeli yurttaşlardan kötü niyetli kamu hizmetlilerinin ABD’yi bilinçli olarak yok ettikleri yakınmalarını okuyoruz. Bu yurttaşların hissettikleri yılgınlığı anlamak kolay, çünkü yaşamımız her geçen gün daha kurallı ve daha kalabalık oluyor. Özgürlükler azalıyor ve bireysel olarak daha az şey yapabilir duruma geliyoruz. Genel olarak özgürlüğümüzdeki bu azalış büyük olasılıkla kötü niyetli kamu hizmetlilerinin eylemlerinin sonucu değildir. Özgürlüklerimizdeki bozulmanın iki ana nedeni teknoloji ve aşırı nüfustur.

 

Teknoloji ve Düzenlemeler

Bize bireysel yararlar sağlayan teknoloji, birbirimizi rahatsız edebilmemiz için de şaşırtıcı olanaklar sunar. Sprey boya, otomobil, hoparlör, jet uçağı, bilgisayar ve virüse karşı savunmasızlığı gibi. Bunları kullanan kişiler çevrelerine ciddi zarar verebiliyorlar.

Yeni teknolojiler başkalarını rahatsız etme yetisini de birlikte getiriyor ve bu yüzden yeni düzenlemeler için haklı gerekçeler oluyor. Deneyimimiz Vannevar Bush’un bilim ve teknolojiyi “kapanmayan cephe” olarak tanımlamasının (Bush, 1960) doğruluğunu gösterdi. Bu nedenle hiç bitmeyen yeni yasal düzenleme üretimini görmeyi bekleyebiliriz. Elektronik iletişimin hızlı genişlemesi, küçükleri şiddet ve pornografiden korumak için yapılanlardan tutun, virüs üretenlerin etkinliklerini sınırlamaya yönelik düzenlemelere kadar pek çok önlem alınmasını gerektirdi.

Teknoloji olgunlaştıkça kimi düzenleme gereksiz oluyor. İçten yanmalı motorlara sahip arabalar ilk çıktıklarında bunların atları korkutmaması için düzenlemeler yapılmıştı. Şimdi ise yüz yıl önce yapılan bu düzenlemelerin yerini arabaların birbiriyle, bisikletlilerle ve yayalarla etkileşimini yöneten daha geniş kapsamlı düzenlemeler aldı.

 

Aşırı Nüfus ve Demokrasi Kaybı

Demokraside aşırı nüfustan kaynaklanan kayba bir bakalım. Gazeteci Bill Moyers’in bilimadamı olan Isaac Asimov’la yaptığı mülakattan bir bölüm sunuyorum (Moyers, 1989, s.276):

“Moyers: Bu nüfus artışı bugünkü hızıyla sürerse insan türünün haysiyet fikrine ne olacak?

Asimov: Bütünüyle yok olacak. Tuvalet mecazı dediğim benzetmeyi kullanayım: bir dairede iki kişi yaşıyorsa ve iki tuvalet varsa ikisinin de tuvalet özgürlüğü vardır. Dilediğiniz zaman tuvalete gidebilirsiniz, dilediğiniz kadar kalabilirsiniz, dilediğiniz işi yapabilirsiniz. Ve herkes tuvalet özgürlüğüne inanır, anayasada bulunur bu. Ama dairede yirmi kişiyseniz ve yine iki tuvalet varsa herkes tuvalet özgürlüğüne ne kadar inanırsa inansın böyle bir şey yoktur. Her kişi için zamanlama yaparsınız, kapıya vurur ve çıksın diye bağırırsınız, vesaire.”

Asimov’un bunun ardından söylediği şey 20. yüzyılın en derin gözlemlerinden biri olabilir:

“Aynı biçimde, demokrasi aşırı nüfusta sağ kalamaz. İnsan haysiyeti aşırı nüfusta sağ kalamaz. Rahatlık ve ılımlılık /nezaket aşırı nüfusta sağ kalamaz. Yeryüzüne daha çok ve daha çok insan ekledikçe yaşamın değeri azalmakla kalmaz, yok olur. Birisinin ölümü önemsizdir artık. Ne denli çok insan varsa birey o kadar önemsizdir.”

 

İki Mekanizma

Aşırı nüfusun demokrasiyi sulandırıp yok ettiği iki mekanizma var. Birincisi örneğin bir kasaba gibi siyasi bir alt birimin nüfus artışının doğrudan sulandırma sonucudur. İkincisi nüfus artışı nedeniyle sorunların bölgesel olarak büyümesidir.

 

Örnekler

Asimov’un söylemek istediğini açıklıkla ortaya koyan iki örnek vereceğim.

ABD’nin 1790 nüfus sayımı sonucu yaklaşık 3,93 milyon idi. 2000 yılında nüfus tahmini 274 milyon idi. ABD Anayasası’nın birinci maddesi Temsilciler Meclisi’nin tanımlar ve her otuz bin kişiye bir temsilci öngörür. (1790 yılında her 30000 kişiye birden fazla temsilci düşüyordu.) Nüfus artışı nedeniyle 2000 yılında her temsilciye 630000 kişi düşüyor. 210 yıl içinde demokrasinin ulusal düzeyde 630000/30000 = 21 kat sulandırılmış olduğunu görüyoruz.

Bu örnekten yola çıkarak genel geçer bir önerme oluşturabiliriz:

Temsilci hükümet organı büyüklüğü sabit kalırken bir nüfusun büyüklüğü büyürse, demokrasideki yıllık kayıp en az nüfus artışı kadar olacaktır.

2000 yılında ABD nüfusu yılda %1 hızında artıyor ama Temsilciler Meclisi üye sayısı 435’te sabit. Dolayısıyla ABD’de ulusal düzeyde demokrasi kaybının yılda %1 olduğunu söyleyebiliriz.

Benzer bir kayıp yerel düzeyde de gerçekleşiyor. 1950’de Colorado eyaletindeki Boulder kentinin nüfusu 20000 idi. 2000 yılında ise yüz bine yaklaştı. Bu elli yıl boyunca Boulder Encümeni 9 kişide sabit kaldı. Yani elli yılda Boulder demokrasisi beşte bire eridi. Yılda %3,2 düşüşe karşılık gelir.

İkinci mekanizma, nüfus artışı bir kasabanın sınırlarını aşıp bölgesel nitelik kazandığında ortaya çıkar. Bir kasabada hava kirliliği bir sorun ise bu kasabanın yurttaşları sorunu çözmek için katılım sağlayabilir. Ama bölgenin on katına çıkar da kasaba dev bir metropole dönerse, sorunu çözmek için fikir bildirip oy kullanan yurttaşın sesi on kat kısılmış olur.

 

Seçilmiş Temsilcilerinizle Konuşabiliyor Musunuz?

İdeal demokrasi belki de her yurttaşın tartışmaya ve karara katılabildiği New England Kasaba Toplantısı’dır. Kasabalar kentlere döndüğünde yönetici organlara ulaşmak isteyen yurttaşlar toplantılara katılmak için önceden isim yazdırmak zorunda kalıyorlar ve sözlerini üç dakikaya sığdırmak sorunda kalıyorlar. En büyük yönetim organı olan ABD Kongresi’nde yurttaşlar ancak çağrıldılarsa ifade verebiliyorlar ve bütün Kongre’ye seslenebilme onuru ancak en üst düzeydeki seçkinlere kalıyor. Küresel düzeyde güçlü bir hükümet organı olan Dünya Ticaret Örgütü o kadar büyük ve o kadar uzak ki sıradan yurttaşların hiçbir iletişimi olamıyor. DTÖ’nin kimi zaman kabul edilemez bulunan etkinlikleri ve katılımcı demokrasinin yokluğu Aralık 1999’da “Seattle Meydan Savaşı”na yol açtı.[1]

 

Nüfus Artışı ve Yasal Düzenlemeler

Yerel kamu organlarının imar planı ve arazi kullanım düzenlemeleri nüfus artışı tarafından belirleniyor ama bu düzenlemeler bireysel özgürlüklerin açıkça çiğnenmesidir. Bu kayıplarla öfkelenen halk kamulaştırma parasıyla ilgili düzenlemeler için bastırıyor ama bireysel özgürlüklerin yitmesine neden olan bu edimleri tetikleyen şeyin nüfus artışı olduğunu ne kamulaştırma yasaları ne de bu yasaların savunucuları hesaba katıyor. İronik bir biçimde, bu yiten özgürlükler için en çok yakınanlar da nüfus artışından en çok çıkar sağlayanlar oluyor. İnsanların nüfus artışından çıkar sağlama hırsları Garrett Hardin’in Ortakların Trajedisi makalesinde çok güzel açıklanıyor.

 

Aşırı Nüfus ve Maliye Reformu Kampanyası

Politikada paranın artan etkisinin nedeni aşırı nüfus nedeniyle demokrasinin sulanmasıdır. Bugünün dünyasında pek çok kişi kamu politikası belirlemede seslerinin duyulmadığını hissediyor. Demokrasideki algılanan düşüş, gücün çoğunluğun elinden güçlü azınlığın eline kaymasına neden oldu. Böylece dolarların demokrasideki etkinliğinde büyük bir artış oldu ve bu da dikkatlerin mali reforma yönelmesine neden oldu. Politikacılar insanlarla konuşmayı severler ama aşırı nüfus nedeniyle herkese konuşamıyorlar. Bundan dolayı küçük bir seçkin öbeğe, zengin ve etkili insanlara konuşuyorlar. Bu sulanma nedeniyle “bir oy, bir oydur” desturu “bir dolar, bir dolardır”a dönüşmüş duruma.

 

Demokrasinin Özel Sektör Tarafından Yok Edilişi

Özel sektördeki güç odakları nüfus artışını demokrasiyi yok etmek için bahane ediyorlar.[2] “Batı Kentleri Hızlı büyümeyle Boğuşuyor” adlı bir makalede (Parker, 1999) okuyoruz: “Colorado Springs’te gruplar yaşam biçimini korumak için müteahhitlerle savaşıyor.” Yap-satçıların çevrelerinin doğal güzelliğini korumaya çalışan mahallelilerle mücadelesi anlatılıyor. Wall Street Journal’daki bu haberin ikinci paragrafı şöyle:

“Yerel yetkililer mahallelilerin inşaat sürecini ele geçirmelerine izin verdiler. Mahalleli grupların ‘olup bitene yön vermesine izin verilmemeli’ diyor. ‘Bir yandan seçilmiş bir görevli olup bir yandan yasaları halkın belirlemesine izin veremezsiniz.’”

Zengin ve etki sahibi inşaat şirketleri kamu yöneticilerinden istediklerini almakta çok başarılılar. Öyle ki, yurttaşlar ekonomik büyümenin sonucu olarak çevrenin hızlı bozulmasına karşı örgütlendiklerinde imar sürecini “ele geçirmelerinden” söz ediliyor. Ülkenin yasalarını halkın belirleyemeyeceğinden söz ediliyor.

 

Liberallere Karşı Muhafazakarlar

Liberal hükümet felsefesi hükümetin “uzmanların” kılavuzluğunda akışı denetlemesini gerektiğini savunur. Buna karşılık muhafazakar felsefe hükümetin kenara çekilmesini ve daha az karışmasını savunur. Yukarıda alıntı yapılan kişi halkın yasayı belirlemesine izin verilemeyeceğini söyleyip liberal bir tutum izlerken bir yandan da muhafazakar olduğunu öne sürebilmektedir. Satır arasında nüfus artışının bir sorun olmadığı varsayımı gizlidir; yeryüzünün kaynakları o kadar büyüktür ki tüketimi azaltma veya tasarruf gereği yoktur. Buna karşılık gerçek muhafazakarlar (genellikle “liberal” olarak anılırlar) nüfus artışının etkisinden kaygı duyarlar, kaynakları muhafaza etmek isterler ve tüketimi azaltmayı ve böylelikle kaynakları çocuklarına ve torunların bırakabilmeyi savunurlar.

Güçlü kişilerin sürekli nüfus artışından ve aşırı nüfustan memnun göründükleri bir dünyada, geleneksel politik etiketler olan “muhafazakar” ve “liberal”in ters dönmüş olması şaşırtmamalıdır.

Etiketlerin tersyüz oluşunun bir istisnası politik muhafazakar olan ve Reagan hükümetinde bakan yardımcılığı yapmış olan Fred C. Ikle olabilir. Daha çok nüfus artışının daha çok hükümetle ve daha çok düzenlemeyle sonuçlanacağını öne sürüyor (Ikle, 1994). Savlarını şu sözlerle özetliyor:

“Nüfus artışı en başlıca, en önde gelen muhafazakar karşıtı güçtür. Toplumun her düzeyini bir bir kaplayacak olan bir toplumsal değişim çığını başlatır. Toplumsal değişimlere karşı gerekli olduğu öne sürülen, uç noktalara varan ve çoğunlukla geri döndürülemez olan hükümet müdahalelerine yol açar. Böylece radikal solun toplum mühendisliği tasarılarına destek toplamasının yolunu yapar. Toplumun ahlaki kumaşını korumayı amaçlayan dinsel kurumların etkinliğini sulandırır. Bir benzerini asla yaratamayacak olduğu uygarlaştırıcı gelenekleri ve kültür zenginliklerini yıkması için köksüz ve tinsiz olana güç kazandırır.”

 

Nüfus Artışı ve Teknoloji

Demokratik özgürlüklerimizden bizi alıkoyan iki şey var; sürüp giden nüfus artışı ve teknolojinin ilerlemesi. Teknolojinin ilerlemesinin iyi yönleri var: Parası yetenin daha yüksek bir yaşam kalitesine erişmesine katkıda bulunuyor. Öte yandan nüfus artışının hiçbir iyi yönü bulunmuyor ama politik önderlerimiz sorunların nedeni olarak nüfus artışını saptamayı ısrarla reddederken bu sorunlara çözüm arıyorlar. Kanseri aspirinle iyileştirmeye çalışıyorlar (Bartlett, 1998).

Nüfus artışının iyileştirici yönlerinin bulunmaması şu meydan okumada betimleniyor:

Herhangi bir sorun düşünebiliyor musunuz ki, ister mikroskobik, ister küresel ölçekte olsun, uzun dönem çözümünün daha büyük nüfusa sahip olmaktan geçtiği gösterilebilsin? (Bartlett, 1997)

Daha da önemlisi nüfus artışı sürdürülebilir değildir (Bartlett, 1994) ama sürdürülebilirlik çokbilmişleri aşırı nüfus dışında her soruna çözüm önerileri içeren fiyakalı reçeteler yazarlar.

 

Sonuç

Ne yazık ki özgürlüklerimizi yitiriyor olmamızdan en çok şikayetçi olanlar neredeyse istisnasız olarak hükümetteki kişilerin çevirdikleri komploları gerekçe gösteriyorlar. Özgürlüklerimizi yitirmemiz büyük olasılıkla kötü niyetli ve demokrasimizi yok etmeye çalışan kişilerin eylemlerinin sonucu değil, ihmalkar kişilerin (ki hepsi öyle) nüfus artışını görmezden gelişlerinin yıkıcı sonucu.[3] İnsanlar kendi yaşamlarını etkileyen kararlara katılma haklarından alıkonulduklarında öngörülemez tepkiler verirler. Tarih, katılım sağlayamadıklarını hisseden kalabalıkların gösterdikleri şiddetli tepkilerin örnekleriyle doludur. İşte bunlar aşırı nüfusun sonuçlarındandır.

Böylelikle nüfus artışının ABD’de demokrasinin zayıflamasının önemli bir nedeni olduğunun kanıtlarını sunmuş olduk. Ne var ki Garrett Hardin’in de saptadığı üzere:

Kimse suçu aşırı nüfusa yüklemiyor (Hardin, 1993).

 

Dipnotlar

Bartlett, A. A. (1994). Reflections on Sustainability, Population Growth and the Environment. Population & Environment, 161(1), 5-35.

Bartlett, A. A. (1997). Is There a Population Problem? Wild Earth, 7(3), 88-90.

Bartlett, A. A. (1998). Malthus Marginalized. The Social Contrack, 8(3), 239-251.

Bush, V. (1960). Science, the Endless Frontier: A Report to the President on a Program for Postwar Scientific Research. United States: Office of Scientific Research & Development.

Hardin, G. (1993). Living Within Limits. New York: Oxford University Press.

Ikle, F. C. (1994). Our Perpetual Growth Utopia. National Review, 46, March 7, 36-44.

Moyers, Bill (1989). A World of Ideas. New York: Doubleday.

Parker, V. L. (1999). Western Cities Grapple With Rapid Growth. Wall Street Journal, September 22, B14.

 

***


 

Sınırlı Yeryüzü, Sınırlı Haklar

Prof. Garrett Hardin, California Üniversitesi, 1979.

 

Sağır bir kadının hemşirelik okuluna yazılma başvurusu geri çevrilince kadın, haklarının çiğnendiğini öne sürerek mahkemeye gitti. Yüksek Mahkeme davayı inceledi ve 1979’da oybirliğiyle kadının haksız olduğuna karar verdi: Ne 1973’ün rehabilitasyon yasası ne de doğal haklar kavramının makul bir anlayışı, hastanenin hastalarının sağır bir hemşireye katlanmaları gerektiği fikrini haklı çıkarmadı. Bir zaman sonra yüz elli engelli protestocu kararı protesto etmek için Los Angeles’te yürüdüler ve “Hakların fiyatı yoktur”, “Siz olsaydınız nasıl hissederdiniz?” gibi sloganlar çığırdılar.

Bu ünlemeler hakların halkça bilinen iki önemli niteliğini ortaya koydu. Birincisi, hakkın değerleme ve fiyatlama sistemlerinin dışında/ötesinde olduğu duygusu. Bu bakış açısı hakların akılcı tartışmadan muaf olduğunu varsayar. İkinci ünleme, özünde bencil olan bir talebi Altın Kural’ın özgeci otoritesine yamamaya çalışıyor.[4] İma edilen şudur: “Sen de benim gibi kayırılmış/ayrıcalıklı olmak istemez miydin? Öyleyse bu ayrıcalığı hak olarak istediğimde sen de beni desteklemelisin.” Mantık bir yana, bu güçlü bir duygusal savdır.

Hak iddiasında bulunmak günümüzün başlıca hitabet sporu oldu: Akılcı savlamaların harika bir yedeği. Tanzanya devlet başkanı Julius K. Nyerere şöyle demişti: “Bir devlette olduğu gibi bir dünyada ben yoksul olduğun için sen zengin oluyorsan, sen yoksul olduğun için ben zengin oluyorsam, zenginden yoksula varlık aktarılması bir hak meselesidir.” Aktarımın alan ucunda olma niyetinde olan konuşmacının Altın Kural’a üstü kapalı bir gönderme yaptığına dikkat ediniz. Aynı örüntüyü politik duruşu haklar konusunda yoğunlaşan Robert Kennedy’nin ölümünün hemen öncesinde söylediği sözde görüyoruz: “Tehlikede olan partimizin önderliği değil, ülkemizin önderliği de değildir. Tehlikede olan bu gezegenin ahlaki lideri olma hakkımızdır.”

Çoğu insanın istediği şeylerin hepsi de herhalde birileri tarafından hak olarak iddia edilmiştir: Çalışma hakkı, uygun geçime sahip olma hakkı, hareket özgürlüğü hakkı, vicdani haklar, saygınlık hakkı. (Nasıl tanımlayacağız?) İhanet hakkı bile öne sürülmüştür. (Neden hırsızlık, cinayet hakları neden olmasın?) Benim en sevdiğim bir grup mahkum tarafından öne sürülen “cezaevi kilisesinde dinsel pizza partisi yapma hakkı”. Cezaevi yönetimi talebi geri çevirince mahkumlar haklarının çiğnendiği için 110 bin dolarlık tazminat istemiyle devleti mahkemeye verdiler. (Kaybettiler)

Bu türlü örnekler gördükçe faydacı Jeremy Bentham’a yakınlık duyuyoruz. Yaklaşık iki yüzyıl önce doğal haklar fikrinin “saçmalık… hitabet saçmalığı, topuklu giymiş saçmalık” olduğunu söylemişti. Faydacı akımın doğal haklar gibi aşkın kavramlara ayakları yere basan yaklaşımı August Comte ve 19. yy’ın pozitivistleri tarafından olduğu kadar 20. yy’ın mantıksal pozitivistleri tarafından da canlı tutuldu. Bilimin işlevsel yaklaşımı Fizikçi Percy W. Bridgeman tarafından etraflıca açıklanmıştı; aynı kategoriye girer. Adlar değişir ama ruh aynıdır. Karşı ruh da hayattadır: Yasalar üstü hakların varlığına olan inanç bugün büyük olasılıkla Bentham’ın zamanında olduğundan daha yaygın.[5]

“Mars’tan gelen adam”ı icat eden din tarihçisi Ernest Renan’dı sanırım. Mars’tan gelen adam bütünüyle akılcı, meraklı bir varlık ve dünyalılardan ne yaptıklarını inançlara, varsayımlara ve önyargılara dayalı olmadan açıklamalarını istiyor. Renan’ın adamı kuşkusuz Bentham-Comte-Bridgeman geleneğinden geliyor (ki gelenekten bütünüyle kaçılamayacağını gösterir). Marslı adam bugün bağıra çağıra savunulan sayısız hakkı nasıl anlardı? Dinsel özgürlük fikri kutsanmış ekmek[6] yeme hakkını sağlıyorsa pizza yeme hakkını neden sağlamıyor? Yasalar üstü bir hak hileli bir haktan nasıl ayırt edilebilir? Yeryüzünde öne sürülen pek çok hakkın ortak paydasını arayan Marslı yalnızca tek bir tane bulabilirdi: Örtülü bir talep, “İstiyorum”.

Bu elbette bencil bir taleptir. Bencilce taleplerin açıkça dile getirildiklerinde öbür bencillerce geri çevrilme gibi bir zayıflıkları vardır. Bu türlü reddedişleri önlemek için bencil kişi, evrensel doğal hakların görünürde kişisel olmayan diliyle taleplerini sunar. Böylece istediğini elde etme olasılığını yükseltir. Haklar sorgulanmadıkları zaman kişisel arzuları evrensel erdemlere çeviren hitabettir. İşlevselciler böyle diyorlar.

Günümüzde buna başlıca entelektüel muhalefet, yasalar üstü hakların hukukun evrimi ve ussallaştırılması için gerekli olduğunu düşünenlerden geliyor. H.L.A. Hart ve Ronald Dworkin bu bakışın göze bilinen savunucuları. Dworkin, metinlerde açıkça belirtilmeyen ama yasayı kuşattığı varsayılan derin ilkeler olmaksızın yazılı hukuku anlayamayacağımızı söylüyor. Bu kesinlikle makul bir bakış açısı ama bir bilimadamı iki yüz yıl boyunca fiziğin vazgeçilmez bir kavramı olan “eter”le doğal hukuk kavramı arasındaki benzerliği görecektir. Işığın dalga davranışı eterin varlığı için kanıt kabul ediliyordu oysa her yeri dolduran ve maddesi olmayan bu varlık için bir kanıt bulunmuyordu. Yirminci yüzyılın başlarında Michelson-Morley deneyi ve görelilik kuramı eterin entelektüel dayanaklarını ortadan kaldırdı. Belki yasalar üstü haklar kavramı da bir gün değişmezliğini yitirebilir.

Doğal hakların yazgısı konusunu sonuca bağlamadan önce doğal veya yasal hakların niteliklerine değinebiliriz. Bir kişi, insan olmayan evrenden hak talep ettiğinde herhangi bir tartışma yaşanmaz. Robinson Crusoe yiyecek hakkı olduğunu düşünüyorsa gitsin yiyecek bulsun. Ya başaracak ve sağ kalacaktır ya da başaramayacak ve ölecektir; iki durumda da tartışma doğmaz. Ama bir kişi kendisinden başka dört milyar kişiyle dolmuş bir yeryüzünde hak iddia ettiğinde, türdeşlerin üzerinde bir hak iddia etmektedir, bu iddia kendisinin topluma olan değerini kanıtlamaksızın kabul edilemez.[7]

Newsweek dergisinin köşe yazarları arasındaki tartışmada bunu gözledik. Shana Alexander insanların yiyecek, giyim, barınak ve tıbbi yardım gibi temel insan hakları olduğunu öne sürdüğünde Milton Friedman şöyle karşılık verdi: “Yüreğimiz Alexander’ın insancıl kaygılarını onaylıyor ama aklımız bu söylemin tehlikelerine karşı uyarıyor. Benim yiyecek ‘hakkım’ varsa bir başkası bunu sağlamak zorunda. Kim ki bu? Eğer Alexander ise bu onu benim kölem yapmaz mı?” Friedman’ın dili belki fazlaca kabadır ama dikkat çektiği olgu, yani hakların diğer insanlar üzerindeki haklar olması tartışmasız olarak doğrudur. Hakların en eski tanımlarından birinde bu durum görünür. Samuel von Pufendorf’ın yaptığı bu tanım ABD’nin Bağımsızlık Bildirgesi’nin yazımında etkili olmuştur: “Hak, bir kişinin bir ahlaki gereklilik üzere bir başkasından bir şey alabilmesini sağlayan etkin ahlaki bir güçtür.”

Öyleyse bir kişinin hakkı, ötekilerden talebidir. Pufendorf, tanımını şöyle özetliyor: Vocabuli ambiguitas. Haklar belirsiz sözcüklerdir. Sözcük anlamıyla “iki yöne de gidebilen sözcükler”. Sözde yasalar üstü haklar temelinde yeni haklar yerleştirmek için coşkulu bir biçimde çabalayanların işlerine geldiği gibi ihmal ettikleri bir olgu bu. Yararlanan kişinin hakkının çekiciliği herkesçe kabullenilebilir. Ama yeni bir hakkın yerleştirilmesine razı gelmeden önce karşı yöndeki etkiyi, hakkın maliyetine katlanacak olanlar üzerindeki talebi incelememiz gerekir.

Bugün kavramsallaştırılan haklarda içkin bulunan son derece yüksek bireyci bakış, dört milyardan kalabalık bir yeryüzüne uygun değildir. Dünyamız Robinson Crusoe’nun dünyası değildir. Öncelikle toplumsal bir dünyadır ve toplumsal ilişkiler olağanüstü karmaşık ve inceliklidir. Var olan bir sisteme karışmayı düşündüğümüzde iyice ayırdında olmalıyız ki, asla tek bir şeyi değiştirmekle kalamayız. Büyüklükler önemlidir. Belli bir nüfus düzeyinde katlanılır ve hatta yararlı olan bir hak, bir başka düzeyde katlanılamaz veya felaketli olabilir. Durumsal ahlak işe yarayan tek ahlaktır.

Geçmişte dileyenin dilediği gibi hareket edebilme özgürlüğü pek çokları tarafından bir hak olarak değerlendirilirdi. Nüfus artışının ışığında bu hakkın yeniden incelenmesi gerektiği açıktır. İnsanların sayıca az olduğu zamanlarda yer değiştirme az bir toplumsal sorun oluştururdu. Genel olarak insanların bir toplumdan çıkması hakkına karşı gelmek için bir neden yoktu (gerçi serfler için bu hak yoktu). Bir Amerikan kolonicisinin yabana göç etmesi toplumsal bir sorun doğurmuyordu: Başarıyordu veya başaramıyordu. Ama 4,5 milyar kişi yeryüzünü bayağı kaplamıştır. Antarktika dışında yeryüzünün yüz elli ulusunun biri tarafından sahiplenilmeyen bir parçası yoktur. Bu koşullar altında göçmenlik hakkı iddia etmek, istila hakkı iddia etmek olur. İstila edilen ülkenin göçmenlik hakkını kabul etmesi intihar olur. Çok geniş kapsamlı hakları ileri sürmeye yatkın olsa Birleşmiş Milletler’in bir ülkeye göçme hakkını ileri sürmemiş olması dikkate değer.

Buna karşın BM bir ülkeden göçme (bir ülkeyi terk etme) hakkını ileri sürmüştür. Bu anlayışla karşılanabilir ama karşıt görüş için söylenecek bir şey olduğunu kabul etmeliyiz. Örneğin SSCB, İsrail’e göçmek isteyen Yahudi yurttaşlarına bu hakkı tanımamıştır. Ben Sovyetler’e ülkeden göçme konusundaki sınırlamaları gevşetmesi için dilekçeler imzalayanlardan biriyim ama bu politikalarını az çok savunulabilir buluyorum. Dilekçemin Locke bireyciliğine gömülmüş ve toplumsallığı göremeyen bir kişinin ezbere verdiği tepki olduğu söylenebilirdi. Sonuçta yetişkin bir kişi, olgunlaşma sürecine önemli bir yatırımı temsil eder. Büyük oranda özel girişime dayalı yaşayan basit bir toplumda bu yatırım neredeyse bütünüyle aile tarafından yapılabilir ve kişi ülkeden göç etmeyi düşünüyorsa yalnızca aile kaygılanmalıdır. Ama karmaşık, modern, sosyalist bir devlette bireyin olgunlaşmasına yatırımın çoğu devletçe yapılır. Bütünüyle ekonomik bir bakış açısıyla, devletin ülkeden göç etmeyi denetleme hakkını öne sürmesi uygundur. Çünkü ülkeyi terk edecek kişi, kendi ödemediği insan kaynağını, karşılığını ödemiş olan devletten alıp götürmek istemektedir. Salt ekonomik, bireyci olmayan bakış açısı budur. Böyle olması gerektiğini söylemiyorum ve bence öbür ulusların fikirlerine duyarlı olan bir ulusun salt ekonomik sonucu yumuşatması sağduyulu olur. Batılı hakların özünde bireyci olan doğasını kabullenmek uluslararası taleplerimizi daha az kulak tırmalayıcı yapar, dolayısıyla daha etkin olur.

Yurttaşların bir ulusun içindeki hareketlerini ne yapmalı? Bir yerden başkasına yolculuk edip yaşadıkları yeri değiştirmekte özgür olmalı mıdırlar? Dünyanın en kalabalık ulusu, Çin, yaklaşık bir milyarlık nüfusuyla yurttaşlarına bu hakkı vermemektedir.[8] Çoğu Batılı için Çin’in politikası serflik günlerine gerilemektir. Ama kınamadan önce sınırlı ülke içi göç politikasının yararlarına bakmalıyız.

Ülke içi serbest göçten kaynaklanan sonuçlardan biri aşırı kentleşmedir. Kentleşme kavramı belirgin değildir ama yuvarlak sayılarla Amerikalıların yüzde yetmiş beşinin kentsel merkezlerde yaşadığı söylenebilir. Çinliler için bu oran yüzde yirmi beştir. Aşırı kavramı da belirgin değildir ama kalabalık, suç, kirlilik gibi ağır kentleşmenin kötülükleriyle ilgilidir ve bir anormalliktir. Sınırlanmış hareket özgürlüğü politikası “doğal” nedenlerden kente aşırı göçü azaltabiliyorsa, özgürce hareket etme hakkının yararlarının ve maliyetlerinin adil bir muhasebesi bu hakkın engellenmesini haklı çıkarabilir. Her halükarda Çin’in yöneticileri öyle düşünüyorlar, dolayısıyla öbür ülkeler de durumu ciddiyetle incelemeliler.

İnsanlar oraya göç etmekte özgür olduklarında olağanüstü güzel bir yörenin güzelliğine ne olur? Hawaii buna bir örnektir. Hawaii’nin eski sakinlerinin pek çoğu eyaletlerinin optimum (en uygun) nüfus düzeyini uzun zaman önce geçtiğini seziyorlar. Öbür kırk dokuz eyaletten oraya göçü sınırlandırmayı isterlerdi. Böyle bir sınırlama anayasaya aykırı görünürdü ama Hawaiililer bunun masaya yatırılması için umutsuzca bir dayanak arıyorlar. Bir biyolog için bu durumun altında yatan kuramsal sorun açıktır: “Taşıma kapasitesi” yöreye özgül olarak belirlenmez, varsayılan yaşam kalitesine bağlıdır. Hawaii örneğinde çevrenin en özgül değeri güzelliğidir. Güzellik karmaşık bir kavramdır, yasada tanımlamak zordur ama kalabalıklaşmanın güzelliğe bir etkisi olduğu açıktır. 1930’lardaki durumuyla karşılaştırıldığında Waikiki kumsalının bugünkü durumu estetik değerlerde belirgin bir düşüşü gösterir. Daha fazla nüfus artışı kumsalı ancak daha kötü yapar. Sonunda Waikiki, batının Coney Island’ı olabilir. Doğal güzelliğin kullanımında ölçek ekonomisi sorunuyla karşılaşırız. Hawaiililer Coney Island’ın çekiciliği konusunda New Yorklularla çekişmiyorlar. Coney Island’ın bir benzeri olmak istemiyorlar, hepsi bu. ABD anayasası bir eyaletin yaşam kalitesi için göçenlerin sayısını denetlemesini sağlayamıyor mu? Bu denetimin anayasayı değiştirmeksizin uygulanabileceğini görmek kolay ama bu soru gelecekte daha sık karşımıza çıkacak.

Amerika gibi bir ülkede bir gün yer değiştirmeyi sınırlayabileceğimizi gösteren bir başka neden daha var. Her hareket enerji gerektirir. Ortalama yurttaşın enerji bütçesi git gide sınırlanırken bu tek başına yolculukları ve göçü sınırlamak için gerekçe olabilir. Bu, enerji bütçesinin daralmasının pek çok sonucundan yalnızca biridir. Kişi başına enerji kaynaklarının azalması bizi geçtiğimiz yüzyılda bildiğimiz dünyadan kategorik olarak farklı bir dünyaya doğru götürüyor. Bu yeni dünyada kabul edilebilir bir mutluluk düzeyiyle yaşayabilmek için yapmamız gereken ruhsal ayarlamaları ancak belli belirsiz görebiliyoruz.

Bugün savunulan haklar arasında hiçbiri sonuçları bakımından hiçbir hak yiyecek hakkı kadar devrimsel –ve sanırım savunulamaz– değildir herhalde. 23 Mart 1976’da Bread for the World (Yeryüzü için ekmek) adlı örgüt Amerikan Kongresi’ne (ulusal meclis –N.) şu önermeyi sundu: “Yeryüzündeki her erkeğin, kadının ve çocuğun yeterli beslenme hakkının olduğuna inanıyoruz. Bu hakkı vermek veya almak bize düşmez. Temeldir ve yaşam hakkının kendisinden türer. Bağımsızlık Bildirgesi yaşam hakkını herkesi eşit yaratmış olan Tanrı’dan gelen vazgeçilmez insan hakkı olarak tanımlar. Yaşamı sürdürmek için gerekli yiyecek olmaksızın bu hak anlamsızdır.”

Bu çok sevimli bir hitabettir ama ekolojik anlamda saçmalıktır. Sınırlı bir dünyada sonu gelmeyen üstel büyüme, yiyecek eşitçe paylaşılırsa sonunda herkesin açlıktan ölmesine ve sefil olmasına yol açar –ve bu “sonunda” çok da uzak değildir. Her yıl yeni 90 milyon boğaz yiyecek bekliyor –bu yeni bir Mısır’a veya Vietnam’a denktir. Dünya Sağlık Örgütü bugün 800 milyon kişinin yetersiz beslendiğini söylüyor. Tarımsal üretkenlikteki ilerleme gelişmiş ülkelerde belirgindir ve yetersiz beslenmeyi sayısal veya oransal olarak düşürecek gibi gözükmüyor.

Yoksul ülkelerde nüfus zengin ülkelere oranla hızlı artıyor: Yaklaşık on iki kat daha hızlı. (Yoksullar zenginlerin yaklaşık dört katı ve göreli olarak üç kat hızlı çoğalıyorlar.) Yiyecek hakkını desteklemezden önce bu hakkı 1948 BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ndeki 16. Maddeyle aynı anda desteklemenin nasıl sonuç vereceğini sormalıyız:

“Yetişkin erkekler ve kadınlar ırk, ulus ve dinle sınırlanmış olmaksızın evlenme ve aile kurma hakkına sahiptir.”

Uygulamada bu cümle kişinin ailesinin büyüklüğünü belirleme hakkı olarak yorumlanageldi. Yoksul ülkelerdeki insanlar daha büyük aileler üretmekte diretirlerse ve yoksul uluslar bütün yurttaşlarını doyuramıyorlarsa ve yiyecek hakkının zenginlerin yoksullara yiyecek göndermesi olduğunu varsayarsak zengin ülkelerden yoksul ülkelere tek yönlü çalışan bir pompa kurmuş oluruz. Bu durumda yardımlaşma, intihara eğilim gösteren bir büyümeyi finanse etmiş olur. Yeryüzünün kaynakları gerçekten sonlu ise gelecekte bir noktada yiyecek hakkı felaket üretecek. Yetersiz beslenmenin büyüklüğü düşünüldüğünde geleceğin çoktan geldiğini söyleyebiliriz. [9]

Bu olgudan habersiz oluşumuzun nedeni nedir? Türlü nedenler var. Birincisi, müzmin sefillik yeni bir haber değildir. ABD’nin bir kentinde bir sadistin ateşe verdiği köpek, yeryüzünde 800 milyon kişinin sürekli yetersiz beslenmeden mustarip olması kadar haber olmuyor.[10] İkincisi, müzmin sefilliğin en büyük olduğu yerde gazete muhabirleri en nadirdir. Bangladeş’te ve Orta Afrika’daki gazetecilerin Washington’daki gazetecilere oranı nedir? Üçüncüsü, müzmin sefilliği ne yapacağımızı zaten bilmiyoruz. Büyük düşlerimiz var, dönemsel planlar yapıyoruz ama gerçekçi olduğumuzda bu planlardan pek de bir sonuç çıkmadığını görüyoruz. Politik yetkinliğimizden kuşku duyuyoruz.

Dikkatimizi müzmin sefillik sorununa yeterince odaklayamıyoruz ki, üreme hakkıyla beslenme hakkını aynı anda öne sürmenin gereksinimleri sonsuza dek artıracağını fark edelim. Her bir hak, öne sürülen haklar bütünü içinde ve bu hakların ayakta tutulduğu çevresel koşullar içinde değerlendirilmelidir. İnsan nüfusunun kolera, tifo, veba ve çiçek salgınlarıyla dönemsel olarak yıkıma uğradığı zamanlarda hem beslenme hem de üreme hakkını iddia etmek uzun dönemde hiçbir zarara yok açmamış olabilir (gerçi o zamanlarda böyle çifte talepler çok enderdi). Ama eski limitleri (özellikle salgınları) ortadan kaldırınca geriye büyümenin limiti olarak yalnızca istekler kaldı ki bu intihar gibi bir bileşimdir.

Bu iki hak yasalar üstü bir varlığa sahipse, yani eski dille Tanrı’nın verdiği haklar ise, Tanrı’nın uygarlığın kesin yok edilişine kararlı olduğu ve insan varoluşunu Colin Turnbull’un anlattığı İk insanları düzeyine indirgemek istediği sonucuna varmak zorundayız.[11] Her iki yasalar üstü hakkın koşulsuz ve ölçüsüz olarak tanımlanması kaderciliğin en aşırı bir biçimidir. Öte yandan doğal olsun, olmasın eğer her hakkı sınırlı bir dünyada işleyen bütünsel bir haklar sistemi içinde kurgularsak kaçınılmaz olarak hiçbir hakkın mutlak olmadığı sonucuna ulaşmalıyız. Kabul edilebilir bir hakkın ölçüsünü belirlemeden önce her bir hakkın talep edenler üzerinde olduğu kadar sağlayıcıları üzerindeki etkisini de düşünmeliyiz. Artık sınırlı bir gezegende bulunuyoruz. Haklar da sınırlı olmalı. Nüfus ne kadar çok olursa kişi başına düşen mal o kadar az olur; dolayısıyla bireysel haklar üzerindeki sınırlamalar da o kadar çok olmalı. Nüfus sorununun politik anlamı özünde budur.

***

 


 

 

Yorum

Bu iki yazının savunduğu görüşler ve anımsattığı gerçekler bugünün Türkiye’sinde artık hiç kimsenin konuşmadığı “modası geçmiş” konular oldu. Gerçeğin modası geçti, şimdi uydurmalar, saçmalamalar, hayal ürünü kavramlar moda. Hayal ürünü olaylarla hayal ürünü bir tarih yazılıyor. Bu yazı burada durmalı çünkü soğuk ve acımasız olmakla haksız yere suçlanan gerçeklik, sahtenin dayanılmaz ağırlığı altında yüreği sıkışanlar için ilaçtır; karanlığın içinde bunalmış zihinlere yaşam soluğu veren mum ışığıdır.

Makalelerin işaret ettiği olgulara yakından tanık oluyoruz. Doğal haklar mitolojisine inanmak mağdur edebiyatına yol açar deniyor. Açıyor da. Politika adı altında leş bir üslupla mağduriyet bildiriyor adaylar. Ve gerçekle bağını koparmış seçmen en yetkin adayı değil, en mağdur gördüğü adayı seçiyor. Çünkü kendisi de bir şeylerin mağduru olduğuna inanmak ve toplumun sırtına binmek istiyor. Çünkü leş ortam, dilenmenin hak etmek olduğuna, mağdurluğun haklılık demek olduğuna inandırmış. Kamu arazisine gecekondu yapan uyanıklar tek taraflı kullandıkları ve üçkağıtçı politikacıların onlara kamu adına sağladığı “barınma hakkı” sayesinde zengin oldular ve arsa karşılığı aldıkları katları aile kurma hakkıyla ürettikleri çocuklarına miras bıraktılar. Kamunun mülk sahibi olma hakkı yenildi. Keza, seçme ve seçilme hakkını savunanlar toplumun yalnızca iyi eğitimli ve iyi ahlaklı kişilerce yönetilme hakkından hiç söz etmezler. Feministler, tarihinin hiçbir döneminde kadını aşağılamamış olan bu toplumda bizi kadının mağdur olduğuna inandırarak bu mağduriyetle tamamen ilgisiz kayırmalar talep ediyorlar. Elbette bunları istek değil, “hak” örtüsüne büründürmeleri gerekiyor. Veriyorsunuz, durmuyor daha fazlasını istiyor çünkü arsız taleplerin üstüne hak etiketi yapıştırıldığında yelkenleri suya indirmeyi öğrenmiş bir toplum var. İşlerine gelince çalışma hayatına katılma hakkı oluyor, işlerine gelince evde oturup kocası tarafından bakılma hakkı oluyor; giyenin eline göre biçim alan bir eldiven gibi. “Askere gitmek istemiyorum” demek veya hiç değilse “askerlik yapmak istemeyenlere seçenek sunulsun” demek yerine “vicdani ret hakkı” etiketine sığınıyorlar. Bir başka hakkın, yabancı bir toplumun ordusundan korunma hakkının tanımlanması işine gelmiyor. Bütünüyle kişisel, bütünüyle bencil. Patronun Suriyeli işçi çalıştırmamayı yeğleme hakkı yokmuş gibi davranıyorlar, “Suriyelilerin çalışma hakkından” söz ederken. Eşcinsel çiftlerin çocuk büyütme hakkından söz ediliyor. Bunun karşısında toplumun sağlıklı bir ailede büyüyen yurttaşlara sahip olma hakkı tanımlanmayınca ilki makulmüş gibi görünüyor. Örnekler çoğaltılabilir. Çocukların yer kapmaca savaşına benziyor, “Birinç!” diye ilk kim bağırırsa veya en çok kimin sesi çıkarsa yer onun hakkı oluyor. İlk söyleyenin ve en çok bağırıp sızlananın o yeri hak ettiği kuralına karşı gelenler de “faşist” oluyorlar.

Böyle bir mitolojik altyapı ve davranış şablonu üzerine, uzayıp giden bir listeye “dilediği kadar çoğalma hakkını” eklemek çocuk oyuncağı oluyor elbette. Çünkü çocuğu topluma yararlı biri olarak yetiştirebilme görevi diye bir görev tanımlanmamış (Hardin’in makalesinde koyulttuğum bölüme bkz.). Veya başka türlü söylersek, toplumun yalnızca yararlı bireyleri arasına alma hakkı tanımlanmamış. Veya başka türlü söylersek, dilediği kadar çocuk yapma hakkı iddia eden aileler, buna karşılık toplumun o çocuğun eğitim ve sağlık masraflarını üstlenme ve ona iş bulma zorunluluğu olmaması gerektiği gerçeğinin üzerini örtüyorlar. Hem izinsiz üreme hakkını, hem de karşılıksız doyurulma hakkını aynı anda savunuyorlar!

İkinci Dünya Savaşı’nı kazananlarının kurduğu örgüt olan BM, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde toplumun kişiden alacaklarını, yani kişinin topluma karşı görevlerini tanımlamamış. Yalnızca kişinin toplumdan alacağını, yani toplumun kişiye borcunu tanımlamış. Kişinin kendine görev biçmesi özgeci (fedakar) bir davranıştır, bencil güdülerden güç almaz. Ve fakat bunu yapmayan kişinin kendine haklar biçmesi bayağı bencil bir güdülenmenin sonucudur. Savaşı kazananların egemenlikleri altına aldıkları ülkelerde (mesela Çin bunun dışında) izin almaksızın üreme hakkını iddia etmek çocuk oyuncağıdır. Ama diyelim ki “ancak geçimini sağlayabileceğinin garantisini verebildiği kadar çocuk yapmak” hakkının varlığına birini inandırmak deveye hendek atlatmaktan zordur. Ne var ki böyle bir sınırlamanın adil olacağı bilgisi aslında herkesin vicdanında bulunur. Tokyo’da kendine ait park yeri gösteremeyen, araba satın alamıyor. Bir Tokyolu “araba sahibi olmak hakkını” bağırarak yürüdüğü zaman beyinsiz derler, ayakları yere basmıyor derler. Hiç değilse “Peki, park yeri ihtiyacını çözmek için ne öneriyorsun?” diye sorarlar. Bunu yaşamın bütün alanları için geçerli kılmak neden bu denli zor? Hele hele nüfus gibi, bir baş belası olduğu politikacılar gibi ortalama zekalı kesimlerce anlaşıldığında çoktan geç kalınmış olacak konular için…[12]

İnsan hakları diye tanımlanmış, upuzun, lastik gibi nereye çekerseniz oraya giden, eldiven gibi giyene göre biçim alan, insanlığın veya toplumun çıkarını hiçe sayan bencil çıkarların arsız savunusu için bitmez tükenmez bir yaşam pınarı var. Kendisi için toplumdan bir şey isteyecek olanlar, haklı veya haksız, bu mitolojiye sarılıyor. Oysa Hardin’in işaret ettiği üzere talep edilenlerin bir karşılığı olmalı. Karşılık olmak zorundadır çünkü insanlar ancak görev bölümü yaparak sağ kalabilirler. Sizi sağ tutmak için çalışan bedeninizde tek bir organ yoktur ki beyinden sinir, yürekten kan, karaciğerden şeker, akciğerden oksijen hakkı talep etsin ama karşılığını vermesin. Bunu azıcık ucundan yapan hücrelere “kanser” dendiğinin farkında mısınız? Canlı hücrelerinin yaptığı iş gerçektir, somuttur. Sağ kalmak için çalışır ve görev bölümü yaparlar. Fiziksel gerçekler insan dışı evrende nasıl karşı konulamaz belirleyici bir güçse, toplum yaşamında da öyledir; istisnası yoktur. Çok özgürlükçü, pek liberal bir ülkenin anayasasına yerçekimi yasasına karşı koyma hakkını yazması, o ülkenin yurttaşlarını aptal olmaya ve acı çekmeye zorlamak dışında hiçbir sonuç doğurmaz.

Barış zamanında hoş görülen aylaklıklar, yaşam enerjisini ve toplumun kaynaklarını boşa tüketen etkinlikler savaş zamanında katlanılamaz olur. Topyekun savaşta her yetişkinin yaşam enerjisi toplumun üzerinde birleştiği ortak bir amaca (haklı veya haksız) yöneltilir. Bu anlamda gerçek işbaşındadır; gerçekliğini kanıtlayamayan haklar buharlaşıp yok olur. “Boş oturma hakkı”, “sınırsız mülkiyet hakkı” ilk verilen kurbanlardır. Şirket hissedarlarının azami para kazanma hakları askıya alınır ve üretim savaşı finanse eder. Kadınlar kayırılma taleplerini bir kenara bırakır ve fabrikanın, cephenin yolunu tutarlar. Eşcinseller ve dönmeler sokakta ve barda olay çıkarıp mağdurluk edebiyatı yapmazlar, savaşı kazanmaya yönelik bir üretimle meşguldürler. Sokak itlerinin su ve yiyecek “hakları” kimsenin umurunda olmaz çünkü gerçekte bunların kimseye yararı yoktur. Bireycilik hurafesi, uzayıp giden felsefi tartışmalarla değil, somut gerekliliklerle çürütülmüş olur. Kişinin herhangi bir karşılık önermeden toplumdan bitip tükenmek bilmeyen bencil taleplerde bulunmasının dayanaksızlığı bütün çıplaklığıyla ortaya çıkar. Herkes, herkesten tek bir şey talep eder: Toplumun yurdunda egemen ve nüfusun sağ kalmasına katkıda bulunmak. Toplumsal önceliklerin her türlü bireyselliğin önüne geçmesi, yöneticilerce kötüye kullanılabilir veya ölçü tutturulamayabilir, aşırıya kaçılabilir. Ancak bu durum, toplum eğer barış döneminde de bir amaç çevresinde birleşirse ortaya çıkacak verimin ve üretkenliğin muazzamlığını sezmemize engel değildir.

Barış zamanının iki savaş arasındaki dinlenme olarak tanımlanmasını bu bağlamda düşünelim. Barış zamanında haklar listesini, yani bireylerin toplumdan taleplerini sürekli kabartma uğraşında olması, öte yanda sorumluluklar listesini uzatmayı kimsenin istemiyor olması, toplumun kaynakları üzerinde karşılanamayacak bir baskı yaratıyor. Bu kaynakları geniş düşünün; orman, su, madenler, çöller, hava, insanların zamanı, emeği, sağlığı, sokaklar, boşluklar, kitaplar, eğitim olanakları, sağlık hizmetleri… Her şey bunun içindedir. Bir yıllık telefonu çöpe atıp yenisini satın alma hakkı, yeterince parası ve yeterince şımarmış bir ruhu olan bireylere insanlığın geri kalanının ödemekle yükümlü tutulduğu bir borç, bir tür tutsaklıktır. Buna benzer sayısız talepleri alt alta topladığımızda ortaya çıkan sonuç, doğal kaynak sıkışıklığı ve artan yoksulluk/umutsuzluk sonucunda devletlerin birbirine düşmesi (topyekun savaş) veya toplumun kesimlerinin birbirinden öldüresiye nefret etmesi (iç savaş) biçimlerinde sonuçlanmasıdır ki bu bir olasılık değil, kesinliktir. Tarihin saptadığı somut bir gerçekliktir.

Bu bağlamda nüfus artışı ve aşırı (sınırlı coğrafyanın taşıma kapasitesinin üstünde olduğu ölçüde aşırı) nüfus, doğal kaynak sıkışıklığının ve kaynakların dağılımındaki adaletsizliğin önüne bir çarpan olarak gelir. Her ne sorunumuz olduğunu düşünüyorsanız, o sorundan mustarip nüfusla çarpın.

Kişinin toplumdan talep ettiği şey demek olan hakkı ödemek için toplum, doğal kaynakları kullanır. Bu doğal kaynak tüketimi içinde tek kullanımlık kaynakların payı endüstri toplumunda iyice artmıştır. Yenilenebilir olsun, tek kullanımlık olsun, doğal kaynaklar sınırlıdır; gezegenin, kıtaların, okyanusların, buzulların büyüklüğü sabittir. Tarım toprağının miktarı hiç erozyon olmasa bile sabittir. Madenlerin miktarı sabittir. Bu demektir ki kişinin “insan hakları” gibi fiyakalı adlandırmalarla toplumdan kendisi veya başkası adına talep ettiği şey, en iyi olasılıkla, toplam doğal kaynağın yeryüzünde var olan kişi sayısına bölümünü geçemez. Kısacası, nüfusun arttığı yerde hakların genişlemesi şöyle dursun sabit bile kalamaz, sürekli daralmak zorundadır. Artan nüfus, daralan haklar demektir. Bu basit aritmetiği anlayıp içselleştiremeyen toplumların değişmez yazgısı politik krizler, savaş, kıtlık, salgın veya bilmediğimiz biçimlerde gelecek olan acıları çekerek yok olmaktır. Zaten bu yok oluş süreçlerinin her biri o fiyakalı adlar taktığımız hakları ortadan kaldıracaktır. Gerçeklerle kavga edenin kaybedeceği kesindir.

 

Çeviri notları

[1] http://infogalactic.com/info/1999_Seattle_WTO_protests –Nurullah

[2] Bu, tam olarak benim daha önce yazdığım mekanizmayı anlatıyor. Şudur: Toplumlar nüfus artışını kendi iradeleriyle, hukuki yollarla, küçük sıkıntılara katlanarak, yasal olarak düzenleyerek durdurmazlarsa, gücü eline geçiren çıkar odakları bunu zorbalıkla, hukuk dışı yollarla, büyük acılar çektirerek ve düzensiz-kaotik-anarşik sonuçlar doğuracak yöntemlerle yapacaklar. Soner Yalçın’ın Saklı Seçilmişler kitabında, William Engdahl’ın Sahte Domuz Gribi, Gıdalar, Üstün Irk Yaratma Dünya Nüfus Azaltımı Projeleri kitabında ve uyaranların benzer uyarılarında işaret ettikleri hileli ve felaketli nüfus azaltımı tasarıları, halk kitlelerinin birinci seçeneği görme konusunda sergilediği inanılmaz körlük ve aptallığın cezası olarak gerçekleşecektir. Sevimli olup tribünlere oynamak için birinci seçeneği, yani acı ama iyileştirici reçeteyi bütün güçleriyle geri çeviren beyefendiler, ikinci seçeneğin, yani yok edici hastalığın varlığını haber aldıklarında “Bunlar komplo kuramı!” çığlığı atmaktalar. Toplum düşmanlığının daha verimli ve daha şeytani bir yolunu düşünemiyorum. –Nurullah

[3] Ben bu noktada Bartlett’tan ayrılıyorum. Bunların ikisi de eşzamanlı olarak ve farklı katmanlarda, kendine özgü hareket alanında etkili olan etmenlerdir. Bu kadar yıkıcı süreçler hemen hiçbir zaman tek nedenle açıklanacak kadar basit olmaz. Ama nedenler hemen hemen her zaman birbirini besleyip büyüten veya birbirine yer açan etmenler olurlar. Örneğin Mark Zuckerberg’in iki milyar kişinin bilgisini satması hem ihmalkar hükümetlerin yasal boşluklarını değerlendiren şeytani bir güdülenmenin sonucudur, hem de nüfus artışı ve aşırı nüfus dolayısıyla insanların mahrem bilgilerini (mesela gerçek adlarını) Zuckerberg’e emanet edecek kadar bönleşmelerinin dolaylı sonucudur. –Nurullah

[4] Altın Kural için meşru kaynak ve dayanak olarak İncil gösterilir. Ancak İncil’in pek çok içeriği gibi bu da akılcı ve nesnel ölçütlerle doğrulanabilecek şaşmaz bir ahlaki taban oluşturmaz. Bugün İncil’i çöpe atmış görünen Batı’nın eğreti insan hakları kavramı, açıkça söylenmese de Altın Kural’ı temel alır. Nitekim insan hakları kavramının ne denli içi boş bir kavramsallaştırma olduğunu gösteren, bu makalelerin de ötesinde çok sağlam felsefi itirazlar vardır. –Nurullah

[5] Faydacılığı veya pozitivizmi savunmuyorum ancak; 1) Karşı tezlerin varlığı çoğu zaman değerlidir ve varsayımlarımızın sağlamasını yapabilmemiz için bir kestirme sağlayabilir, 2) Yazıyı gezegenin değişmeyen ve bizimle pazarlık etmeyen, bizi inançlarımıza göre ayırmayan aritmetiği bağlamında okuyalım; fizik ve matematik inançlarla ilgili değildir. –Nurullah

[6] Katoliklerin komünyon ayininde İsa ile doğrudan bağlantı kuracakları inancıyla yedikleri minik ekmek dilimi. –Nurullah

[7] Yazının yazıldığı yıldaki nüfus buymuş. Şimdiki nüfus bunun yaklaşık iki katı: 7.7 milyar ve okumayı bitirdiğinizde sizin üzerinizde hak iddia edecek üç bin kişi daha gelmiş olacak. Paragraftaki vurgu bana ait. –Nurullah

[8] Bugün bir buçuk milyar… –Nurullah

[9] Kürsülerden yapılan sevgi pıtırcığı konuşmalarla Hardin’in sevimsiz cümleleri arasındaki karşıtlık hoşumuza gitmiyor, evet. Ama bu durum bu makalede nüfusu hızlı artan “geri kalmış” uluslara yönelmiş bir tepkiselliğin değil, salt aritmetiğin ve ekolojinin dayattığı gerçeklerin konu edildiğini görmemizi engellemesin lütfen. Hardin’in burada hesaba katmadığı gözlem şu: Yoksul toplumlar kişi başına tüketimi artırmadan nüfuslarını artırarak ekolojiden daha fazla kaynak çekmiş oluyorlar. Ancak zengin ülkelerin nüfuslarını artırmadan kişi başına tüketimlerini artırması da ilke olarak aynı sonucu doğuruyor (sayısal olarak ise daha bile kötü sonuç doğuruyor). Nüfusun artması kişi başına tüketimin azalmasını gerektirirken, aynı şekilde, kişi başına tüketimin yükselmesi de nüfusun azalmasını gerektiriyor. Sonuçta sözde değil, gerçek anlamda sürdürülebilir bir yaşam kurabilmek için (diğer zorunlulukların yanı sıra) kişi başına tüketimle nüfusun çarpımının sabit olduğu bir düzeyi aşmamak gerekiyor. –Nurullah

[10] Verdiği örnek bugünün Türkiye’sindeki gazetelerin durumuna ne kadar da benziyor! –Nurullah

[11] http://infogalactic.com/info/Ik_people

Bu arada Tanrı’nın kötü olduğu veya insanlarla çekiştiği, mücadele ettiği gibi anlatıların kaynağını Mezopotamya ve Helen mitolojilerinde buluyoruz. Bunların öğelerini bugün Batı uygarlığını oluşturan Yahudi ve Hristiyan mitolojilerinde görüyor olmamız, burada işlenen doğal haklar konusundan ayrı düşünülemez. Sonuçta birbiriyle çelişen hakları tanımlarken örtülü veya açık biçimde Tanrı’ya gönderme yapan Batının, yine aynı çelişik hakları kurgularken İncil’in Altın Kural’ını dayanak yapması rastlantı olamaz. Ekolojiyle ve aritmetikle çelişmeyen ilkeler koyan bir Tanrı’ya, bir başka deyişle insanların düşmanı değil dostu olan bir Tanrı imgelemine gereksinimimiz var. –Nurullah

[12] Nüfus artışının aritmetiği anlaşıldığında iş işten nasıl geçmiş oluyor, izleyiniz: https://www.youtube.com/watch?v=NPBQklC5g5M

4 Yanıt to “Kimse Suçu Aşırı Nüfusa Yüklemiyor”


  1. 1 Ersen İBİŞ 23 May 2018, 12:32

    Üstad, Yazınızı gözyaşlarımı tutamayarak okudum. Maalesef ülkemizin gerçeği bu, okumuyoruz, düşünmüyoruz, sorgulamıyoruz! Bir kurtarıcı bekliyoruz! Yüz kadar takipçinden biri olmakla iftihar ediyorum. İlk gençlik yıllarımdan beri benliğimde kemikleşen ön yargılarımdan, yıkılması en zor olan kadercilik anlayışını, belki inanamayacaksın dh forumdaki Peak Oil konusunda okuduklarım tuz buz etti.. Gerçeğe yaklaşmanın yalın ve saf düşünceden önce, objektif hatta zıt düşüncenin ürettiği bilgiyi elde edebilmekten geçtiğine inanıyorum artık…Ve insanın kendi kaderini kendisinin tayin edebileceğine…

    O konuda yazan insanların tamamını hayırla yad ediyorum… Ve siz… Hayatımda almam gereken temel ders olarak nitelediğim ve ne okullarda, ne de basın yayın dünyasında rastlamadığım, yorumlama imkanından mahrum olduğum temel ekonomi kavramlarını, farklı düşünceleri okuyup öğrenmemi sağladınız. İzleyebileceğim en önemli videolar için zamanınızı, emeğinizi, paranızı harcayarak (%80 işitme engelli ve yabancı dil bilmeyen benim için) hiçbir karşılık beklemeden türkçe altyazı ile bana okuma, izleme ve anlama imkanı verdiniz… Ne kadar teşekkür etsem azdır, bu sebeple yazdıklarınızı defalarca okudum, anlamaya çalıştım. Anladığım kadarını etrafımda okuma özürlü insanlara anlatmaya, onların anlamasına da çalıştım…Ben onlara faiz, borç, banka, ekonomi vs. anlatmaya çalışırken onlar bana siyasi ve dini içerikli (birbirlerine göndermekten, umumhane sermayesine dönmüş) internet/sosyal medya mesajlarını gönderdiler… Hiçbiri sorgulamadı anlatılanı, anlamaya çalışmadı. Öyleki gönderdikleri sosyal medya paylaşımlarının dönüp dolaşıp kendilerine geldiğini telefonlarında gösterdiğim halde…

    Aydınlar konusunda da sizinle aynı fikirdeyim…Bu geldiğimiz nokta belki aydın ihanetinin bir sonucudur..

    Selam ve saygıyla…

    ***************************************************************************************************************

    *İşitme engelliyim, telefon görüşmesi yapamıyorum.Lütfen benimle başkaları üzerinden telefonla değil, e-mail göndererek irtibat kurunuz. * ersenibis [] gmail.com ersen_ibis [] hotmail.com


  1. 1 Kuran’a Göre Vejetaryenlik /Veganlık ve Hayvanseverlik | GerçeğinKitabı.com 29 Eki 2018, 08:55 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  2. 2 Modern Hurafeler – 2: “Kölelik Bitti” (ve Kuran köleliği neden kaldırmadı?) 09 Mar 2022, 16:31 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum
  3. 3 Modern Hurafeler – 2: “Kölelik Bitti” (ve Kuran köleliği neden kaldırmadı?) | GerçeğinKitabı.com 09 Mar 2022, 16:39 yazısı için Geri İzleme tarafından yapılan yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s




Bu bloga abone olmak ve güncellemelerden eposta ile haberdar edilmek için tıklayın.

Diğer 128 aboneye katılın

%d blogcu bunu beğendi: